31 Mart 2012 Cumartesi

Ambrose Bierce - Keşiş ve Celladın Kızı

Kendisi gazetecilik ve eleştirmenlikten arta kalan zamanlarında deli gibi savaşa koşturduğu için kaybolmuş haliyle. Demek ki savaş kötü bir şey. Hemingway'e bunu söylesen, "O zaman nasıl roman yazardım kanka?" diyebilir. Haksız değil.

Ambrose Bierce'ın eline geçen bir metin var, 17. yüzyıl el yazması. O yazmada bir hikâye var. Bierce da bunu kendince yeniden yazmış. Olay bu.

Keşiş var bir tane, ailesi falan yok. Tanrının çok sevgili bir kulu olmak için manastır gibi bir şeye kapanmak üzere yola çıkıyor. Yolda bir kız görüyor, celladın kızıymış o meğersem. Ondan sonra işte Hristiyanlık eleştirisi ama bu eleştiriyi tüm dinlere yayabiliriz. Kadıyı kime şikayet edeceksin mantığı. Dini vecibelere uyamadığı için dışlanan bir kız, bizim saftirik de onu korumaya çalışırken ceza yiyor, sonra sürgüne gönderiliyor bir dağa. Ot toplasın diye. Orada kızla yeniden karşılaşıyor derken sonu çok acayip. Tanrı emir veriyor buna, gökler açılıyor falan. Tam fantastiğe bağlıyor. Süper.

İncecik kitap zaten, hemen okunur. Okunsun.

29 Mart 2012 Perşembe

Hakan Bıçakcı - Bir Yaz Gecesi Kabusu

Hakan Bıçakcı'yı nasıl biliriz? Ben Boş Zaman'la bilirim, bir de Ahmet Hamdi Tanpınar sevmesiyle. Tanpınar durumu yok hikâyelerinde, o başka bir şey.

Hakan Bıçakcı'nın hikâyeleri nasıl anlatılır? Formül bile var aslında.

Karakter + Garip Olay + Garip Son

Her hikâye için geçerli değil tabii, çoğunluğu böyle diyeyim.

Richard Burton Matheson'a, Ramsey Campbell'a birazcık aşina olanlar Hakan Bıçakcı'yı da pek severler. Onlarda olduğu kadar derin bir korkutuculuk mevcut değil, fakat başka şeyler var.

Hande'ye Tecavüz. Rüyalararası diye bir kelime uydursam bu öyküye cuk otururdu. On numara.

İlk öykü, adını unuttum. İki sayfalık, fakat ilk üçe alırım ben sanıyorum.

Üşenmeden kitabı alıp geldim.

Tesadüf Beklentisi. Arkadaşları tarafından gece vakti mezarlığa gönderilip bir mezara kazık çakması konusunda gazlanan çocuğun öyküsünü bilir miyiz? Çocuk kazığı saplar, o sırada piç bir arkadaş beyaz bir çarşaf giyerek çocuğun üstüne koşar. Çocuk kaçamaz, çünkü ceketinden tutulmaktadır. En sonunda korkudan geberir. Ceketini tutan da o heyecanla kendi ceketine de sapladığı kazıktır aslındaymış da bilmem neymiş. Onun gibi.

TV, Gizli Kamera güzel hikâyeler. Damdaki Adamla "Tarihi" Konuşma adlı, buram buram Ferit Edgü kokan hikâye de güzel.

Kitap güzel, 6 TL'ye Kadıköy'deki bir sahaftan almıştım. Alın bence.

Erhan Bener - Oyuncu

18 yılda yazılmış bir roman. Malzemesi bol, yoğun bir roman. Doğaldır.

Kerim Turgut, Elif'in Öyküsü'ndeki Kerim Turgut. Not defterlerini kitaplaştıran adam. İki roman arasında bir bağ yok, bu adam hariç.

Paralel Aynalar diyorlarmış bu anlatım tekniğine. Hani lunaparklarda falan olur. Arkanda, önünde ayna var. Küçük bozulmalar, arkalardaki aynalarda gitgide büyür. Farklı bir insanı görürsün o zaman. Bu da öyle. Pınar Kür de kendi polisiyelerinde kullandı bunu. Oyuncu'da da mevcut bu teknik.

Kerim Turgut bir avukat ve yazar. Bürosunun bir odasında dergi çıkartıyor, kitap yazıyor, üç çocuğu ve iki karısı var. İki karısı demek pek uygun olmadı. Karısı Nihal ve sevgiliden de öte bir şey; Günseli var. Çocukların adları Cüneyt, Erdinç ve Meltem. Bir sülale kitabı olduğu için kadro geniş aslında.

Zaman açısından ele alırsak kitabın başında yer alan Ada'daki ev sahnesi var, ondan yirmi yıl sonraki zaman dilimi ve kitabın büyük bir kısmını kaplayan 65 yıllık bir geçmiş. Romanı zamanlar açısından incelemek isterim, çünkü her zaman diliminin birbiriyle sıkı bir bağı yok. Elbette sonda bir bütün haline geliyor.

İlk gün. Nihal'le Kerim'in 25. evlilik yıldönümleri. Bu kısımda çocukları tanıyoruz. Nihal'in evliliği hakkındaki düşünceleri geliyor ardından.

Nihal, kolejden sonra üniversiteye gitmemiş, Kerim Turgut'un akrabaları ve çevresi tarafından küçümsenmese de yetersiz olduğu görüşüyle dışlanmış bir kadın. Mücadele ediyor haliyle, en iyi yaptığı iş bu. Mücadele ediyor, kocasının yanında olmaya çalışıyor. Kocaya geliyoruz, romanın en mühim ve zannımca tıynetsizlikte bir numara olan Kerim Turgut'a.

Kerim Turgut'un nasıl bir ortamda büyüdüğünü, gençliğini ve sonrasını daha bilmiyoruz. Üçüncü zaman diliminde ortaya çıkacak bu. Şimdilik başka kadınlarla da ilişkisi olan bir adam olduğunu biliyoruz. Önce Hilâl giriyor hayatına, sonra Günseli giriyor. Nihal durumun farkında, fakat Nihal'de de bir kompleks var; eşine yetememe kompleksi. Çok hisli, duygulu bir insan ya ağzına vurdumunun Kerim'i. Böyle tiplere uyuz olurum arkadaş ben. O kadar oku, et, kitap yaz, bilmem ne. Hâlâ çocuklarına, sevgililerine, karına oyunlar oyna. Kendini çözümleyememiş bir insan Kerim Turgut, bu sebeple nereye sürükleneceğini bilmeyen, sürüklendiği zaman da başka bir role bürünerek yaşamını sürdürmeye çalışan bir insan. Bir roller çöplüğü.

25 yıl sonrasında Kerim turgut ağır bir enfarktüs geçiriyor, hastaneye kaldırılıyor. Tabii bu 25 yılda Meltem evlenmiş, Paris'e gitmiş. Mutlu değil. Cüneyt profesör mü olmuş, doçent mi olmuş, öyle bir şey. Nihal boşanma davası açmış kocasına, çünkü Günseli'yle olan ilişki, Kerim'le Günseli'nin arabasının sol görüşlü teröristlerce taranmasıyla ayyuka çıkıyor ve Nihal daha fazla dayanamıyor duruma. Oyuncu bu noktada önemli. Kerim Turgut hastaneye yatınca Günseli boş durmuyor, büroya giderek Kerim turgut'un üzerinde çalıştığı son taslağı buluyor. Adı Oyuncu. Bu noktada paralel aynalar giriyor işin içine. Anlatıcının eseriyle Kerim Turgut'un eseri birbirini yansıtıyor, tabii bakış açıları farklı bu noktada. Üçüncü kısım da Günseli'nin eline geçen dosyayla başlıyor.

Kerim Turgut'un hayatı. Karşı cinsi keşfediş, ilk cinsel deneyim, asker baba ve güçlü sayılabilecek bir anne, babadan sürekli dayak yiyen bir ağabey. Kitap tutkusu, sürekli okuyan bir çocuk. Gençlik arkadaşları, savunulan görüşler ve tutuklanmalar. 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerine içeriden bir bakış. Daha ayrıntı vermeyeyim, zira çok zengin bu siyasi olaylar. Ayrıca Erdinç'in ve kısmen Cüneyt'in evden kopuşlarına temel sağlıyor. İnceden bir aydın eleştirisi de var bu bölümlerde.

Kabaca böyle. Bir iki bölüm de ben söyleyeyim işaretlediğim kısımlardan.

* Eşiyle İtalya'ya giden -İtalya'ydı sanırım- Nihal'in Simone de Beauvoir'ya, "Kocanız Sartre da afiyettedir inşallah," demesi. Ahasddf.

* Bir marşın zaman içinde farklı kesimlerce benimsenmesi, kullanılması.

* 1950'lerde üç katlı bir evin kirası, bir askerin maaşının altıda biri. Birileri bizi yıllardır fena düdüklüyor.

* Yayıncılıkla, eleştirmenlikle ilgili büyük, çok büyük eleştiriler var. Toplumcu gerçekçilik, İkinci Yeni ve daha bir sürü şey. Siz keşfedin arkadaş bunları da. Allah allaah.

Kerim Turgut'un kendini özetleyen bir sözüyle bitiriyorum ve harbiden Erhan Bener okumuyorum bir süre. Derslerden kalacağım lan.

"Yaşamım boyunca oyun oynamanın acısını çektim ben. Her zaman bilinçli olduğumu da söyleyemem. Ben de çıkarımı kolladım. Hep haklı nedenler bularak, ama durmadan kendimi gizledim. En içten davranışlarımın bile, belli belirsiz bir hesaplı dürüstlükle gölgelenmiş olduğu korkusuna kapıldığım oluyor. Hiç de kolay değildi oyun oynamak, tiksinirken hoşlanır, kin ve nefret doluyken sever görünmek... İsyan edemeyecek kadar korkak ya da güçsüz olduğum için, savunma yolu olarak alaycılığı, hor görüyü seçmiş olabilirim. Gençlik yıllarımda, karşıma çıkan her genç kızın beni kaçırılmayacak bir kısmet gibi gördüğü sanısı içinde, belki de duru bir su gibi dibine kolayca inebileceğim sevgileri elimin tersiyle ittim. Bunların içinde tek istisna Nihal'dir. Onun sevgisinden hiç kuşku duymadım."

Gürsel Aytaç'ın romanla ilgili güzelce bir incelemesi var, okunabilir. Falan.

25 Mart 2012 Pazar

Erhan Bener - Elif'in Öyküsü

"Kızın yazdıkları eğer doğruysa, önemli bir toplumsal, bireysel, ne bileyim, işte öyle önemli üzerinde durulması gereken bir olayla karşı karşıyayız demektir."

Evet, gerçekten de toplumsal bireysel falan bir şeyler.

Elif kızımız Sivas'ın bir köyünden. Babası, oğlan doğuramadığı için ilk karısını boşamış. Yenisini almış. Yenisi de kız üstüne kız doğurmuş. Elif de bu aradaki kızlardan. Sonra bir tane oğlan olunca adam şenleniyor tabii. Kötü bir insan değil. Kötülüğü basite indirgeyemeyiz sanıyorum. Anlatacağım insanlar köylü; nesillerdir adetlerini, kızgınlıklarını sürdüren insanlar. Kötü deyip geçemiyorum.

Elif'in bir ablası var, Ankara'da yaşıyor. Evlendiği adam da köyün büyük bir ailesinin oğlu. Mahmutoğulları mıydı neydi. Alevilik-Sünnilik çatışması var. Normalde kız vermiyorlar birbirlerine, bunlar evlenmiş ama. Elif köyde okula gidiyor, başarılı bir kız. Sonra bir yaz ablasının yanına gidiyor, buna iş buluyorlar. Bir ailenin yanına giriyor. Bu ailelerin yanına girme de önemli; Elif buralarda şehir hayatını öğreniyor. Köye dönüyor, şeyh amcası hasta bir adam. Herkes sözünü dinliyor İsmail Amca'nın. Romandaki sağduyu kendisidir.

Zibilyon tane olay var romanda, ben keskin olanlarını alacağım:

* Elif'in şehir hayatını tanıması. Haliyle çok büyük bir dünyaya giriyor kız, feleği şaşıyor. Girdiği ilk ev biraz sıkıntılı olsa da ikincide iyi insanlarla karşılaşıyor. O andan sonra şehirden uzak kalamayacak artık.

* Köydeki cinsellik. Babanın çat çat boşanıp evlenmesi, erkek çocuklarıyla kız çocuklarının ilişkileri. Köyde oynaşmaktan, çocuk doğurmaktan başka bir eğlence yok. Bu yüzden hamile kalıp hayatı kararan kızlar, hamile bıraktığı kızla evlenmeyen gençler gırla. Trajedinin kralı yaşanıyor.

* Siyaset. Alevilerin "Halkçı" olması, başka bir kesimin Demirkıratçılığı. Çatışmalar oluyor elbette. Dönemin siyasi ortamını köy açısından izleme.

* Elif'in sonu. Köydeki kızlar gibi olmak istemeyen, kendince aşık olan ve aşk için sonuna kadar giden bir kız.

Beş yıldız bir roman. Erhan Bener'e kısa bir ara, başka şeyler okumalıyım.

24 Mart 2012 Cumartesi

Sevgi Soysal - Tante Rosa

Tante Rosa bir kadındı. Bir kadındı Tante Rosa ve insanlığı, kadınlığından sonra geliyordu.

Rosa evini bıraktı, aforoz edildi, orospu olmaya çalıştı, iş kurdu, dergilerden öğrendi hayatı ve gitti. İsyancı değildi; hiçbir zaman yakındığı, sızlandığı görülmemiştir, duyulmamıştır. Onda çoğu insanda bulunmayan bir özgürlük, belki de tutsaklık vardı: gidebilmek. Bıraktıklarının acı verici olması için onlara bağlı olmalıydı, bağlı değildi. Bir bağı yoktu Tante Rosa'nın.

"Tante Rosa bir kapı dışarı atılmadır."

Tante Rosa, insandan öteydi. Farkında olmadıklarının kendisi için bir önemi yoktu. Çocuklar, koca, iş, yaşlılık. Bunların hiçbiri yoktu onun için.

Yine de, "Tante Rosa olmak, yaşlanmaya, uyuz moruk bir kedi olmaya engel değil." Yaşlanırken hayatına giren erkeklerin bir oyuncak kadar, bir eşya kadar değeri vardır. Bütünleşik bir değer sistemindedir hepsi; hiçtirler. Sonuç hiçliğe çıkar, kendi hariç. Perecvâri eşya sayımlarının gizlediği bir değersizlik duygusu, veya bütün değerlerin aynı ölçüde, aynı biçimde yokluğa karışması. Fakat o bunları hiç düşünmüş müdür? Sanmıyorum. O sadece yaşıyordu.

Tante Rosa'nın ölümü. Bürokrasinin pençesiyle bunalmamış mıyızdır? Demir bir el kalbimi sıktı, sıktı ve sonun gelmesiyle derin bir nefes almayı başardık. Yine de aklımıza düştükçe bir tıkanma duygusu gelir ve gitmez. O da sadece yaşıyordur, gitmeyi bilmez.

11 hikâyeden oluşuyor Tante Rosa. 11 kesit. Hepsinde bir bağ, tümde birleşen aynı Tante Rosa var.

Böyle. Romanla ilgili birçok bilgi var, kitabın sonunda üç inceleme var mesela. Bunları hiç almıyorum, kitabı alanlar okusunlar. Bilge Kitabevi Sahaf'tan 6 TL'ye almışım. 1,5 ay oldu sanıyorum. On numara kitap. Şöyle bitiriyorum:

"Ben unutmam ama, Tante Rosa'nın öldüğünü bir ben unutmam. Onu o dehlizlerden ben soktum çünkü. O Rosa ki her dehlize sokulabilir. O Rosa ki istenirse yaşar ve ölür. O Rosa ki şu şartlarda da bu şartlarda da yaşar. O Rosa ki acıklı da gülünç de olabilir. O Rosa ki ne bir nokta ne bir virgüldür. O Rosa ki başkası tarafından verilmiş bir ad, başkası tarafından çektirilmiş acılardır. O Rosa ki beceriksizliklerde ısrardır. O Rosa ki kimseye bir şey öğretemeyip, kimseden bir şey öğrenemeyendir. O Rosa ki düşünde kendi cenazesine gelenleri görüp kendi ölümüne ağlar. Onlar ki hep kendi ölümlerine ağlarlar, kendi yalnızlıklarına, kendi kadersizliklerine ağlarlar. İşte bütün bunları, o Rosa ile birlikte öldürdüm. Noktayı koyup düğümü çözmek için."

Hanimiş: Eklemeden edemeyeceğim; Tezer Özlü, Nezihe Meriç, Erendiz Atasü, Peride Celal... Hepsi keyifle okuduklarım, lakin Sevgi Soysal, ne bileyim, ayrı bir güzel geliyor. Helal.

22 Mart 2012 Perşembe

Philip K. Dick - Dr. Gelecek

Bugün Kadıköy'de Shaft'ın arka sokağındaki sahaftan aldığım bu muazzam kitabı da gömüverdim. Kutlu olsun.

Sene 1998. Bir adet doktorumuz var, işe gitmek üzere evden çıkıyor. İşine gidemiyor. Arabası bir yere, kendi bir yere uçuyor. Bir de bakıyor, gelecekte. Geleceğin toplumu acayip; 20 yaşına kadar falan yaşıyorlar. Çünkü ilerki nesiller için çok fazla yaşamamak lazım. 60 yaşında adamın topluma ne faydası olsun amoyuyim.

Sonra kısırlaştırılmadığını çaktırıyor. Büyük tehlike; herkes kısır çünkü. Öyle kafana göre çocuk yapamazsın. Bunu bir uzay gemisine bindirip yallah, uzaya salıyorlar. Bir şekilde kurtulup başka bir kolonide buluyor kendini. Derken zaman makinesi giriyor işin içine. Haliyle zamansal paradokslar var ama yok. PKD gayet güzel çözümlemiş o olayı. Ben anlatmıyorum, okuyan görsün. Üst üste binmiş zamanlar, sürprizler derken hoop, güzel son.

Evet, anlamadım kitabı. Asddsf. Yok, süper kitap ya. Gayet kaliteli bilimkurgu. PKD oğlum.

Jack Vance - En Son Kale

Araya sıkıştırdığımız hoş bir kitap.

Altı Yıldız Savaşları mı, her neyse, böyle savaşlar olmuş ve dünya cortlamış. Böyle soylu gibi, kont gibi insanlar türemiş kalelerde. Sekiz tane falan kale var, belki on. Buralarda Köylüler var. Mekler var. Bir de bu soylular var. Bütün işleri Mekler yapıyor, onlar da gezegenlerden getirilmiş köle-işçiler.

Bir gün bu arkadaşlar ortadan kayboluyorlar. Nereye gittiler falan derken bakıyoruz, isyan için toplanmışlar. Beyinleri radyo gibi. Konuşabiliyorlar kafa yoluyla. İşte isyan ediyorlar, kaleleri teker teker indiriyorlar. Son kaleye geldiklerinde bu soylu mallar savaşmak istemiyorlar, çünkü götlerini kaldırmayacak kadar tembel ve kibirleri içinde ölecek kadar soylular. Aşağılanmak gibi geliyor onlara bir zamanlar suratlarına osurdukları yaratıklara karşı savaşmak. Fakat içlerinden biri bir şeyler yapıyor derken ortaya güzel bir roman çıkıyor.

Göçebeler ilginç burada. Göçebeler en delikanlı adamlar. Bedevi gibiler. Vance Abi kendilerini biraz eşeğin göğsüne sokmuş ama bir giderleri var, helal.

Kısacık bir şey zaten, otobüste bitirirsiniz. Alın. Bulursanız tabii, heh heh.



Erhan Bener - Baharla Gelen

Hâlâ Hegel gelmedi, değil mi? Daha gelmeyecek. Çünkü yine başka kitaplara daldım ben. Dersten kalacağım, o olacak.

Ah Reha ah. Reha isimli bir gencimiz var. Tıp okumak istiyordu galiba, lakin iktisat okumak zorunda kaldı. Para lazımdı çünkü. Torpille bir bankaya girdi, ardından askere gitti. Kabaca böyle.

Bu Reha'nın iç dünyası. Annesiyle yaşayan bir insan, çocukluk aşkıyla olaylar yaşayan bir insan ve metresinin cazgırlığıyla uğraşan bir insan. Annesine karşı çekinik. Çocukluk aşkıyla oynuyor, pişman oluyor, kendini sorguluyor. Bitimsiz bir üçgen. Metresi de tam metres; kan emici. Tam erkek. Zaten şöyle bir cümle de var:

"Son günlerde ne kadar çok kullanır oldum şu erkekçe sözcüğünü? Bunun üzerinde düşünmem gerek."

Bence biraz geç kaldı, neyse.

Yine geçmişe dönüşler, şimdiyle bağdaşımlar. Reha aslında asker. Niğde'de. Askerdeyken bu geçmişteki olayları, çocukluk aşkı Halide'yi, annesini düşünüyor. Bu noktada şimdiyle geçmişin bir muhasebesi. Askerdeyken hayatı anlamaya çalışan 25 yaşındaki bir gencin baharla gelenin de, kışla gelenin de aynı olduğunu, bekleyişlerin yaşamı tükettiğini anlaması.

Metresi değil de, Halide'yi ele alacağım. Halide konusu mühim. O hemen her erkeğin suçluluk duyacağını düşünüyorum. Hepimizin geçmişte yaptığı hatalar var. İlişkiler konusunda hepimiz toyduk, toyuz.

"Gerçekten çocuk olmak gerek âşık olmak için. İnsanın, bunu anladıktan sonra tekrar çocukluğa dönememesi ne kadar kötü..."

Çocukluğa dönememek bir yana, çocukluğun insanlara duyduğu sonsuz güvenin, saflığın elde edilememesi çok daha üzücü. Reha beyimiz bu Halide'yi götürmek için elinden geleni yapıyor. Ara ara pişman oluyor, ara ara saldırıyor. Halide'nin tek istediği; Reha'nın kendisini birazcık olsun sevmesi. Babası veremden ölmüş, kendisi de veremden çok çeken bir kız Halide. Reha'nın annesi, bir ara işkilleniyor durumdan. Reha bir ara Halide'yi evine davet ediyor, o ara da bir şeyler oluyor. Annesi tam emin olamamakla birlikte oğlunu uyarıyor. Kaba tabirle eve kız atılır mı lan, anneye çaktırma bari. Hamilelik mevzusu var, o daha beter. Böyle kalbimi iki yandan sıkıştırmışlar gibi hissettim.

Genç bir erkeğin kadınlara, hayata bakışı. Bunlar askerlik öncesi tabii. Askerde de Doktor İzak var, en yakın arkadaşı diyemeyiz de askerlik süresince konuşacakları başka kimse yok. Hüseyin Çavuş isimli bir zatın yanına taşınıyor askerde. Adam bir düşkün. Cavidan Hanım var, sadece okumuş, üst seviye erkeklerle yatıyor. Derken askerlik ortamı da tuzu biberi.

Gazeteler, Erhan Bener'in bir diğer takıntısı. Bir diğer felâket tellalcısı.

"Meclis tatile girmiş. Parti liderleri yurt gezilerine çıkmış. Ekmek fiyatlarına zam yapılmış. Bir maden ocağında grizu patlamış, on işçi ölmüş."

Çok fazla not almışım ama onları paylaşıp okuyacaklar için izlekler oluşturmak istemem. Okuyunuz. Süper kitap.

19 Mart 2012 Pazartesi

Erhan Bener - Böcek

Kim diyordu insan boş bir levha olarak dünyaya gelir, yaşadıkları ve öğrendikleriyle dolar diye? Bunu Recai Bey'e söyleseydi tokadı yer, otururdu zannederim.

Recai Bey eski bir başkomiser. Arkası sağlam bir çocuğu tokatladığı için gözden uzak, masa başı bir işe yollanıyor. İşi, eskiden okumayı hiç sevmediği gazeteleri tüm gün boyunca okumak. Normalde küçücük odada yaptığı başka bir şey yok çünkü, gönül eğleyecek bir tek gazeteler var. Böyle bir adamın buhranları diyerek noktayı koyabiliriz. Lakin koyarsak yazar rüyamıza girer, "Bu kitaptan anladığın şey bu mu?" diyerek kalayı basar. Haklı. Bir insanın hayatı nasıl kayar, her yönüyle önümüzde. Çok fazla olay olduğu için kronolojik olarak ele alıyorum:

Çocukluk: Köydü galiba, küçük bir yerde büyüyen Recai'nin babası dam çökmesi sonucu öldü. Annesi hiç sevmiyordu çocuğunu, çünkü çıkan bir yangında çocuğun ölen kardeşini mangala ittiğini veya kardeşi kurtarmakla uğraşmadığını düşündü, çocuğunu suçladı ve hep aşağıladı. Dayısı bin beter; çocuğu patakladı sürekli. "Baban ayının biriydi," dedi. Babasını hiç bilmiyor çocuk. Matbaaya işçi diye verildi, tecavüzden zor kurtuldu.

Bu noktada Recai Bey'in hayatını kaydıran en önemli etken var: Böcekler. Bir gün kenefe düşüyor, çığlık çığlığa. Böcekler, arılar... Pislik. Nefret ediyor hepsinden. Dayısını, annesini, sonra da bütün insanları böceklerle eşliyor. Roman boyunca sürecek olan böcek izleği burada temelleniyor. Bir sabah hamamböceği olarak uyanmıyor Recai Bey, hamamböceğine dönüşmüş bütün insanlardan nefret ediyor.

Gençlik: Dayısı bunu polis okuluna yazdırıyor. Zaten çocuk sorunlu, bir de polis yap bunu, aferin.

Bundan sonrasını bölümlemiyorum, bölümleyemem. Şimdi böyle bir insan polis oldu. Öğrendiğimize göre çok da hisli bir insan ki belli, hayatını çok hisli olması mahvediyor biraz. Lakin sert olması gerektiğini, en ufak bir çatlak dahi oluşursa ayvayı yiyeceğini düşünüyor. Bu açıdan baktığımızda işiyle yaşamı arasındaki rol karmaşasını bir yana koyalım. Bitmedi. Binnur giriyor hayatına. Heh, bunu ayrı bir şekilde inceleyebilirim.

Kadınlar: Kadınlardan, cinsellikten nefret ediyor. Çocukken hamama gidiyor, hamamda okşuyorlar bunu. Sonra annesi yüzünden tiksiniyor kadınlardan. Polis okulu döneminde kerhaneye götürüyorlar, oradaki kadının orasındaki kılları görünce kusuyor. Sonra Haşmet Hanım var, çalıştığı yerdeki sekreter miydi neydi. Onunla yatıyor yatmasına da ağır sarhoş. Pek de yatmak istemiyor. Oluyor bir kere. Bu noktada olaya gel: kadın regl. Bütün o kan vs. adamın üstüne. Zaten temizlik hastası bir insan, iyice kafayı üşütüyor. Binnur var, kapatması/karısı. Binnur da hayatı zindan ediyor Recai Bey'e. Adamın kadınlardan çekmediği yok açıkçası. Bir de komşu bir kız var. Çorba falan getiriyor bizimkine. Tabii bizimki kafayı cortlatmış, kızın da kevaşe olduğunu düşünüyor.

O kadar çok, o kadar çok ayrıntı var ki yarısına girsem sabaha kadar yazmam gerekir. Süper noktaların üstünde durup bitireceğim.

* Recai Bey'in zaman mefhumu öyle bir kaykılmış ki olan şeyleri olmamış gibi düşünebiliyor, tam tersi de mümkün. Psikolojinin bozukluğuna bir örnek.

* Romanın başında bir böcek öldürme kısmı var, uzun zamandır hiç o kadar bunalmamıştım. On numara.

Recai Bey'e göre bütün insanlar yalancı, sahtekar. Politikacılar şerefsiz, çocuğuna bakmayıp karakolda dayak yedirten anneler sorumsuz, her şeyi Recai Bey bilir, bilmediği hakkında düşünmez, etrafındaki pislikleri, böcekleri tokatlamak için polislikten, sopa çekmekten daha iyi bir yol yoktur ona göre.

İnan çok küçük bir kısmı anlattım, her paragrafı ayrı bir olay bu romanın.

16 Mart 2012 Cuma

Erhan Bener - Ünlü Gezgin Macellos Da Vinci'nin Akılalmaz Serüvenleri

İki farklı zaman dilimi içeren bir roman. Çatı zamanı 1980'in az berisi. Selim Korkut adlı bir Türk akademisyen var, bir de onun kankası Sing Ram. Hintli. Bu Hintli kardeşin elinde eski bir yazma mı var, bir şey var. Unuttum. Lan kitabı bitireli üç saat olmadı ya. Neyse. Bu yazma Sanskritçe. Latince'den çevrilmiş yarım yamalak. Romanın diğer zaman dilimli kısmı bu yazma. İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra yazılmış, MS 50 falan işte. Yazmada unutulmuş bir ülke var: Boyuneğmez. Türk ülkesi. İşte burada çeşitli isyanlar, siyasi oyunlar, bilmem ne. Roma'nın ajanı Macellos da Vinci var, bir de onun saraydaki casusu var. Casus, saraydaki olayları yazıyor, da Vinci'ye getiriyor. Adamımız da bu bilgilere kendi izlenimlerini ekliyor. Bir gece Sing ve Selim takılıyorlar, Sing bu metni ortaya çıkartıyor ve okumaya başlıyor. Romanın olayı şu: Bu kadim dönemdeki siyasi olaylarla 1980'e kadarki süreçte gerçekleşen olayların, hatta tüm dünyadaki olayların karşılaştırılması ve benzerliklerin ortaya konması. Bu benzerliklere muzipçe eklenen bazı göndermelerle insan gülümsemeden edemiyor. Üç örnek buldum ben, daha vardır belki. Erhan Bener kendisi de söylüyor o göndermelerin ilginçliğini.
Bir soytarı var sarayda, şöyle diyor: "Halkımız pasta yerdi, kuru ekmek yerine!"

Sultanın söylediği dize mesela. Yazma mensur, fakat diyalogların bir kısmı manzum. Antik Yunan'a selam edilircesine, halkın oluşturduğu bir koro bile var bu manzum kısımlarla romana dahil olan. Sultanın dizesi diyorduk:

"Çıldırmak, çıldırmamak... İşte bütün sorun bu..."

Bir de Şair Eşref'ten şu dize:

"Asiyâb-i devleti bir hâr da olsa dönderir"

Güzel şeyler bunlar. Hele hele halk ayvayı yerken atılan sloganlar var, evlere şenlik. Ya çok ayrıntı var, 50'yle 1980 arasında kurulan paralellikler üç değil, beş değil. Güzel de bir sonu var romanın, öylece kalıyorsun.

Kitabın yeni baskısı yok sanırım, bende resimdeki baskısı var. Akmar'dan 5 TL'ye almıştım yaklaşık bir ay önce.

Kurgu-zamandan sanatçılarla ilgili güzel bir paragrafla bitireyim:

"Öyle deme. Onların gücünü anlamak zordur. Seslerini kısmak için olmadık önlemler alırsın, onlar söyleyeceklerini söylemek için yine de bir yol bulurlar. Susturmak için adamları zındanlara atarsın, ne yapar eder, oradan bile duyururlar seslerini. Öldürtürsün, yazdıklarını, söyledikleri, elden ele, kulaktan kulağa dolaşır, çığ gibi büyür, bütün ülkeye, hatta bütün dünyaya yayılır, karşına çıkar. Halkın gönlüne girdiler mi, oradan kolayca söküp atamazsın. Neyse ki, şu sırada, bize karşı çıkabilecek öyle dişe dokunur kimse yok görünürde. İşte böyle dostum. Anladın mı şimdi, iktidara gelirken kimlere dayanman gerektiğini?"

Çok felsefe olacak bir sonraki. Hegel. Ardından yine Erhan Bener'den Böcek'le devam edeceğim. İyi günler.

15 Mart 2012 Perşembe

Orhan Kemal - 72. Koğuş

Filmlerini izlemedim, Kadir İnanır'ın oynadığını izlerim izlersem.
Yaş 7 falan, Mustafakemalpaşa'dayım. Doğum günü kutlaması oldu, alt komşunun kızı Aslan Tomson'u verdi bana. İlk Orhan Kemal kitabım oydu. Liseye kadar gerisi gelmedi. Ardından Avare Yıllar, Gurbet Kuşları derken geldi. Bunu okumamıştım, bir de Eskici Dükkanı var okunmamış. Onu da okurum bir ara.

Hapishane hayatı. 1941. Parası olan konuşuyor, olmayan yastıksız, yorgansız, penceresiz koğuşta yaşamaya çalışıyor. Soğuktan donanlar oluyor falan. Bir gün kan davasından hapse düşmüş bir kaptana annesinden 150 Lira geliyor. Büyük para 150 Lira. Yancılar türüyor tabii. Koğuş değiştirmek için yatak satın almak lazım, o da büyük para. Kumara girmeden olmuyor. Kaptan da giriyor en sonunda kumara. Biraz da kıt bir arkadaşımız, kadınsızlıktan kafayı yemiş. Hapishanenin en zengin adamını üttükçe ütüyor. Pencere taktırıyor koğuşa, duvarları badanalatıyor. Derken olaylar, gerisini anlatmıyorum.

Mapus argosu on numara, hapishane günlerinden faydalanmış Orhan Kemal tabii. Onun dışında tipik Orhan Kemal insanları. Özlemişim şahsen.

On numara novella, iki saatte biter.

Beşir Ayvazoğlu - Peyami

Beşir Ayvazoğlu, giriş bölümünde biyografi yazanların yazarla empati kurmasının, yazarla bir olmasının öneminden bahsediyor. Kendisi bu konuda gayet başarılı olmuş, Peyami Safa'ya, "Naber kanka?" diyecek konuma geliyorsunuz kitabı okurken. Süper.

Nesini anlatayım, onu da bilemiyorum. Peyami Safa-Ahmet Haşim kavgası, Peyami Safa- Necip Fazıl dostluğu. Ve düşmanlığı. Oğlum bir şey söyleyeceğim; o zamanın yazarları çok çirkefmiş lan. Hadi artistik bir kelime kullanayım: Ad hominem lan. Tartışmaların çoğunda öne sürülen fikirden ziyade karşı tarafı aşağılama, fiştikleme... Tiksindim anasını satayım. Peyami Safa da bu tartışmaların en önde gelenlerinden. Hatta tartışma çıksa da kalemimi parlatsam diyormuş. Ulan sanatçısınız siz hayvanlar... Tövbe ya. Ne diyordum. Necip Fazıl'la Peyami Safa iki defa dost oluyorlar, iki defa düşman oluyorlar. Şöyle de ilginç bir nokta var; tartışan taraflardan biri ölünce diğeri hemen öleni övüyor. Şöyle büyük şairdi, böyle şeydi. E adamı itin göğsüne sokan sendin? Çok acayip ortamlar ya.

Görüldüğü üzere "Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı" ve ben de böyle incelesem daha iyi, çünkü ortadan bir yerlerden girmek istemiyorum mevzuya.

Hayatı:Çektiği sıkıntılar, çocukluğu, evliliği, ilişkileri... Acayip bir hayat. Safa'nın yakın dostlarıyla konuşan Ayvazoğlu, ilk ağızdan bu bilgileri almış ve güvenilir olmayanları da ayrıca belirtmiş. Bu sebeple şukunu en kralını hak ediyor zannediyorum.

Sanatı: Aslında hayatıyla paralel. Kitaplarını ele alacağım, makaleleri ve fıkraları başka bir kısımda yer almalı. Kitaplarında önceki yazıda da söyledim; hayatıyla paralellikler var. Ne yaşadıysa illa bir şekilde romanlarda yer alıyor. Bir de polisiye romanları hakkında iyi konuşmuyor Safa, "Onlar benim karalamalarım," diyor. Buraya kadar tamam, ama bence Safa'nın hangi yazarlardan etkilendiği, ilk karalamaları, ilk başarıları üstünde daha fazla durulsaymış iyiymiş. Sanatı diye ayrı bir bölüm yok kitapta, metnin içinde Safa'nın yaşamına göre yer alıyor kitaplar. Bu şekilde işlenmesi güzel olmuş, sürerlik bozulmamış.

Felsefesi: Vallahi yazmaya üşendim. Bergson var. Var da var yani. Son dönem kitaplarındaki felsefi kısımlardan fikir sahibi olunabilir. Kendisi koyu bir marksizm ve komünizm düşmanı, bunu ekleyeyim.

Dramı: Eşinin durumu, oğlunun ölümü, parasızlık derken kendisi yaşadığı dönemde çıkan hemen her büyük gazetede yazmış, geçimini o yolla sağlamış. Yazdığı kadar da okumuş bir adam. Tıp bile biliyormuş, iyi biliyormuş hem de. Doktor olan bir kankası öyle söylüyor. Yani yazarak elde edilen bir hayat var. 17-18 yaşından beri yazdığını düşünürsek korkunç bir tablo: Binlerce fıkra, makale, onlarca polisiye kitap. Çok zor lan, düşünsene bir.

On numara kitap yani. Of.

Peyami Safa - Biz İnsanlar

Peyami Safa'ya uzunca bir süre ara vereceğim, zira bıktım. Fikir çorbası görmek istemiyorum bir süre. Pööf.

Biz İnsanlar, 1939'da yazılmış. Yazılış tarihinin bir önemi var. Azıcık anlatacağım:

Şimdi Nazım Hikmet'le Peyami Safa bir ara dostlar, böyle yakın dostlar hem de. Nazım Hikmet, Peyami Safa'yı siyasi görüş açısından kendi tarafına çekmek istiyor, bu yönde girişimleri var sürekli olarak. Fakat Peyami Safa, "Bak dostum, sen benim dostumsun ama ben senden demokrasi durağında ayrılırım," diyor Nazım Hikmet'e. Sonradan bir katakulli oluyor; Peyami'nin ağabeyi İlhami Safa'ya bir komplo kuruluyor ve İlhami tutuklanıyor. Bunun arkasında Nazım'ın olduğunu düşünüyor Peyami, fena giydirmeye başlıyor. Zaten sonradan TKP'nin "ajanı" olduğu ortaya çıkan Nazım'la yollar tamamen ayrılıyor, artık ağız dalaşına dönüşüyor olay. Fakat bir zamanlar Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nun Nazım'a ithaf edilmesinin gösterdiği gibi arada derin bir dostluk vardı. Bu ithaf olayı 1931'de.

Buradan şuraya geleceğim; Biz İnsanlar'daki Süleyman, gayet Nazım olabilir. Evet, onca şeyi bunun için söyledim. Asdfds.

Bunun dışında roman yine başarısız bir yapboz hissi uyandırıyor. Necati, Safa'nın sözcüsü. O tamam; her yerde Necati var ve pek sırıttığı söylenemez. Fakat Süleyman nedir, ne iş yapar? Romanın kurgusunda Süleyman'a ne kadar ihtiyaç var? Kahramanımız Orhan'ın çektiği büyük sıkıntılar var romanın başında, bu sıkıntılar öyle bir şekilde anlatılıyor ki sanki adamın hayatı boku yemiş zaten, kurtulamaz. Bakıyoruz ki adam gayet iş de buluyor, zengin de oluyor. Lan niye o kadar anlattın o zaman? O günlerden gelen bir psikolojik füfü, bir şey de yok ilerleyen kısımlarda.

Safa'nın romanları otobiyografik öğeler taşıdığı için bu çıkıntı kısımların cevabının yine Safa'nın hayatında gizli olduğunu düşünüyorum. Ne yaşadıysa anında romanlara koyan Safa, Rehber-i İttihad Mektebi'nde öğretmenlik yapmış. Bu öğretmenlik ve öğretmenlik yapmasına sebep olan parasızlık, direkt romanda gösteriyor kendini. Yine de kurguya yedirilme olayı pek sağlıklı değil.

Sözde Kızlar, Yalnızız gibi romanlarla paralellikler taşıyor Biz İnsanlar. Mütareke yılları, Doğu-Batı meselesi, yalılar, bilmem ne.

Yine bir Jön Türk giydirmesi var, Peyami Safa bunu hep yapıyor. Adamın canına öyle bir tak etmiş ki her romanında bir eleştiri mutlaka oluyor.

Böyle. Güzel roman, okunsun.

Derkenar: Üç gün sonra aklıma geldi; romanda bariz bir mantık hatası var. Şimdi bir sebepten ötürü bir silah patlıyor. Silahın patladığı odaya bir kadın geliyor ve çığlık atmaya başlıyor. Bu çığlık üstüne ev ahalisi uyanıyor. Ulan silah patladı, daha ne çığlığa insan uyanması.

10 Mart 2012 Cumartesi

Buket Uzuner - Kumral Ada Mavi Tuna

Bir hocamızın önerisiyle okudum, okuduğum zamana acıdım. Yorumum ağır spoiler içereceği için okumaya niyetli olanlar direkt kapatsın sayfayı.

* Bölüm epigrafları. Romanların bölümlenmesi kurgu gereği, evet. Bu konuda kaygısı olan yazarların ellerini sadece bölümlemeyle kaldıkları, başka hiçbir şekilde okuyucuya karışmadıkları için öperim, çok süper insanlardır bunlar. Fakat... Her bölümde ayrı bir epigraf? Direkt "şöyle okuyunuz" demekten bir farkı yok ki? Bırak ben nasıl hissedeceksem öyle okuyayım. Tabii, "Madem öyle istiyon, o zaman niye onları okuyon çardağam?" dediğinizi duyar gibi oldum. Çünkü bir bütün olarak roman derim ben de. Dune'a bak mesela; adam öyle epigraflar yazmış ki oha diyorsun, hiç o iticilik oluşmuyor. Muazzam örnektir Dune epigrafları, ayrı bir kitapta toplasan sırıtmaz. Kafka'nın Aforizmalar'ına beş basar.

* Aras'ın ölmesi? Ölür, olur tabii. Lakin öldürmeden önce o kadar darbeyi anıyorsun, "o kötü günler" falan. Bekliyorum ki bir çatışmanın ortasında kalacak Aras, öyle ölecek. Ki bomba mevzusu var zaten. Orada ölmemiş Aras. Nasıl ölüyor? Gecenin bir körü denize atlıyor. Atlayamıyor, çakılıyor yere. Adsjkskdj. Oğlum adam gecenin bir yarısı denize atlıyor, güm diye bir ses geliyor. Bu kadar. Bir anda ortaya çıkan absürd son, kurgu içinde sırıtıyor. Bir de cinayet mi, intihar mı diye araştırılmış falan. Neyin cinayeti ya. Sdsfdg.

* Lezbiyen ilişki bölümü. Ada'nın acı dindirmek için elinde olmayaraktan, fakat bence biraz da olaraktan girdiği ilişki. Benim gözümde Ada'nın mallığını tescilledi, sırf bu yüzden güzel bir bölüm aslında. Olmasa bir kayıp olmaz, sorun burada. Doldurma gibi geliyor insana.

* Tuna'nın sürekli, "Bu bir kabuus! Kabuğuğuus!!!" diye sızlanması artık burama kadar gelmişti ki kitap bitti, kurtuldum. Buket Uzuner, Tuna sızlanırken karşısındaki insanların tepkilerini düşündüğü kadar düşünmemiştir sanıyorum başka bir şeyi. Bir adam da çıkıp iki tane patlatmıyor, "Matrix mi burası eşşeğin çocuğu," diye. Diyalogların sağlıksız olduğunu da buraya ekleyeyim. Herkesin bir hayat dersi, herkesin bir hikayesi var anasını satayım.

* Doldurma fikirler. Güzel düşünceler var, evet. Romana tam olarak yedirildiklerini söylemek zor. Çıkıntı gibi kalıyorlar biraz. Ortamda koyu sohbet var, bir anda kadınlar hakkında çok derin, çok felsefik geyikler dönüyor. Canlandıramıyor insan, gerçeklik duygusu uyanmıyor.

Daha da yazmayayım derken aklıma Meriç geldi. Şu romandaki çoğu insan Meriç'e uyuz olur ama bence en başarılı, en doğal karakter Meriç'ti. Ailesi bok, sahip olma duygusu bastırılmış, annesinin travmalarıyla büyüyor, Ada gibi el bebek gül bebek, abla gibi bir insan var yanında. Her şeyi içinde yaşıyor, elde etmek istediğini elde ediyor en sonunda. Sonra buna lolo yapıyorlar. Siktiriniz gidiniz efendim; iki kelime konuşma bununla, tanımaya çalışma veya bir noktadan sonra ümidi kes, sonra yok Meriç böyle böyle. Zayıflıklarıyla, mutluluklarıyla en güzel karakterdir Meriç.

Böyle bir roman. Çok, inanılmaz çok boş vakti olan okusun. Yoksa önceliğiniz olan kitaplara yönelin. İyi günler.

15.5.012: Biraz haksızlık ettiğimi düşündüm. Postmodernist öğeler, medyalararasılık ve metinlerarasılık açısından değerli bir eser. Çokseslilik, aynalı bölüm, isim sembolizasyonu da başarılı. Kitabı hâlâ beğenmemekle birlikte bunların hoş olduğunu düşünüyorum. Evet.

8 Mart 2012 Perşembe

Joseph Campbell - Kahramanın Sonsuz Yolculuğu

Çok meşhur bir insanmış, ben bilmiyordum. Böyle ciddi ciddi mitoloji kitabı da okumamıştım. Güzel.

Biraz anlatayım. Joseph Campbell, Monomit diye bir şey söylüyor. Yani dünyadaki bütün mitlerin falan kökeni bir. Tabii bu birlik, zamanın ve toplumların bakış açısıyla ayrılıyor, farklı özellikler kazanıyor. Böylece işte Kral Arthur oluyor, Buda oluyor. Lakin ki öyle değildir; psikanaliz üstünden geriye döndüğümüzde bir arketip var.

İşte kitap bunu anlatıyor. Böyle çoğu kahramanın geçtiği yollar var, kitapta bölümlere ayrılmış bu yollar. Mesela bir örnek: Kahraman ve Tanrı. Böyle bir bölüm var. Eve Dönüş mesela. Kahramanın Boku Yiyip Toparlaması. Mesela. Plan şu: Dünyanın neresinden olursa olsun kahramanları alalım. Bir kızılderili inanışındaki kahraman, işte Afrika'daki kabilelerden mitolojik insanlar falan. Bunları bu belirlenmiş bölümlerde inceleyelim. Benzerliklerini ortaya koyalım. Bu benzerlikleri ve kahramanların başından geçen olayları falan hepsini psikanalizle inceleyelim ve arketipe dönelim. Süper.

Tarihin ve dinlerin incelenmesi de kaçınılmaz. Troya'dan kaçan Aeneas'ın Roma'ya gitmesi tarihi bir olay, evet. Öyle diyelim en azından. E Zeus'un, "Roma'ya git, Kartaca'da oyalanma," demesi ne oluyor? Buyur buradan yak. Dinlerin kahramanları da bir dünya. O zaman onların da ele alınması gerekiyor gayet.

Yani kitap süper, okuyalı da bayağı oldu. Okunmalı. Ben okul konusunda biraz tutuştuğum için yine üç kitap birden okuyorum, cephede yeni bir şey yok yani. Belki cumartesi.