26 Ekim 2014 Pazar

John Fante - Gençliğin Şarabı

Sabahlara kadar Fante okuyabilirim.

Piyasada pek bulunmuyor, sahaflarda ve internette pahalı, denk getirebildiğim sürece bıkmadan okuyacağım. Fante'nin anlatıları olduğu gibi yaşamın içinden. Saçmalık yok, süsleme yok, neyse o. Çocukluğundan gençliğine iz bırakmış birçok olay ve kişi var,

Ailede Bir Hırsız: Annenin gçençlik fotoğrafı, Jimmy için ailenin geçmişine açılan bir kapıdır. Çocuk sınırlarını denemek ister, fotoğrafı sandığın dibinden çıkarır ve babasına gösterir. Baba sallamaz. Anneye gösterince tanışma hikâyelerini öğrenir. Anne rahibe olmak ister, talipleri olmasına rağmen hiçbirine yüz vermez. Duvar ustası ayyaş genç ortaya çıkana kadar. Babanın umursamadığı hikâye, annenin sözlerinin yardımıyla çocuğun gözünde canlanır: Genç, güzel bir kadın ve berduş kılıklı, alkolik bir duvar ustası. Anneyi ikna edebilmiştir, gözlerden akan acı yaşlar belki kaybolan bir geçmişe ait, belki pişmanlıklara.

Karda Bir Duvarcı: Karda duvar örmeyi denediniz mi? Örülmez. Örülemediği için babanın evdeki can sıkıntısı başlı başına bir sorun, geçim sıkıntısının yanında bayağı büyük bir sorun. Yoksulluğa alışabilir insan fakat babaya alışamıyorlar. Can sıkıntısından anneye, çocuklara sarıyor adam. Kendisi de çocuk gibi bir şey zaten. İtalyan ailelerinde aile babası, eşinin yanında birazcık çocuk kalıyor.

Süper Topçu: İlkokula giden bir çocuğun rahibelerle, futbolla ve tekrar sınırlarını tanımaya çalışmasıyla ilgili bir hikâye. Oğlum bu rahibelerin pedagoji diye bir şeyden haberleri yok ha.

Dino Rossi'ye Bir Eş: Dino Rossi zamanında anneye talipmiş, derinden derine bir sevgiyi sürdürdüğü belli oluyor. Aile dostu haline gelmiş, belli zamanlarda yemeğe çağırıyorlar. Baba her seferinde anneyi kaptığını söyleyip eğleniyor, Dino'ya karşı bir üstünlük olarak görüyor bunu ama Dino'nun umrunda değil; hiç evlenmemiş ve kendi dükkanında yaşayıp gidiyor. Mülayim bir adam. Neyse, bir eş bulmaya çalışıyorlar Dino için, baba buluyor da. Lakin kadın deli gibi bir şey, anne kadını hiç sevmiyor. Sevmemesinin bir diğer sebebi de babanın Dino'yu iptal edip kadınla ilgilenmesi. Aile faciasıyla sonuçlanabilecek bir durum, aile yapılarının izin verdiğince çözümleniyor.

Cehenneme Giden Yol: Rahibe, çocuklara Taş Olan Çocuk'un hikâyesini anlatır ve onlardan günah çıkarırken dahi doğruluktan ayrılmamalarını ister. Görünürde bu. İşin arka planında ödü kopmuş çocuklar var, din eğitiminin bu şekilde verilmesi evrensel bir kanunla belirlenmiş falan herhalde. Korkunç.

Bunların dışında İtalyan kökenli olmakla, futbol oynamak, kazanmak ve kaybetmekle ilgili hikâyeler var. Bir çocuğun hayatı tanıması, küçük bir muhitte. Çok hoş!

Üşenip bitirecektim ama iki şey gördüm, demesem olmaz. Birinde Bandini'yi hatırlayalım, başına nahoş bir şey geldiğinde mektup yazar, "Sayın Bay X, şunu şöyle yapın yoksa kafanızı kıracağım," tarzı şeyler derdi. Fante'nin çocukluğundan geliyormuş bu stili, aynı şeyi yapıyor çocukken de. Bir diğer mevzu da savaş, milliyet gibi kavramların futbolla öğrenilmesi. II. Dünya Savaşı sırasında mahallenin çocukları futbol oynarken siyasi gelişmelerle birlikte takım dağılmaya başlıyor, çocuklar ayrı milletlerden olduğu için babalarıyla anneleri koparıyor çocukları birbirinden. Biri Japon, biri Polonyalı, biri Alman. Falan. Ne olursa olsun tekrar bir araya geliyorlar ve çok önemli bir maçı pestilleri çıkması pahasına kazanıyorlar.

Bulursanız almalısınız, Fante'nin dünyası çok güzel!

25 Ekim 2014 Cumartesi

Italo Svevo - İyi Yürekli Yaşlı Adamla Güzel Kızın Öyküsü

Savaşın civcivli zamanlarında, enflasyonun parayı pul ettiği vakitlerde, "yumruk kadar, simsiyah bir tayın" için olmadık işler yapan insanlar açısından ahlakın ikinci plana atıldığı günlerde yaşlı adam ofisinde rahattır. Altmışlarında bir adam. İşi iyi, konformizmin boyunduruğu altında, daha sessiz savaşamayan adamlara tepkili. Neyse ki birbirlerini öldürüyorlar, sessizlik pek uzakta değil.

Genç kız ile annesi bir gün ofise gelir, genç kız için iş bulunacaktır. Anne, kızın her gün yıkandığını belirtir. Adam için jeton sonradan düşer, bir zarftır bu aslında. Anlatıcıya göre bu fırsatları görmezse insan, yaşlanmış demektir.

Bir başka gün adam, tramvayda vatman olarak iş bulduğu kıza rastlar. Bir gönül macerası başlamak üzeredir. Adam, karısı öldüğünden beri ilk kez bir maceraya atılacağını ve gençleştiğini düşünür. Bir de para girer işin içine, "satın alınabilecek bir genç kız" vardır karşısında. Savaş koşullarında para konuşur, adam kız üstünde hak iddia edebilmek için parayı kullanacaktır. Adam sırf tecrübelerini ve bilgisini ortaya koyabilmek için kızla muhabbeti uzatır. "Yaşlı adamlar genellikle ve kesin bir yargıyla birçok şeye hakları olduğunu düşünür. Öğrenecek şeyleri kalmadığını varsayıp içgüdüleri ne istiyorsa öyle yaşayabileceklerine inanırlar." (s. 18) Kendi fikirlerinin, geçen yılların katılığı içinde yaşar adam; yeni hiçbir şeye tahammülü yoktur. Düşünmez, kendini hep aynı çerçevede değerlendirir. Evi, işi, hayatı, kendisine ait ne varsa kralıdır. Savaşla, dışarıyla pek ilgilenmez. Kız bir yeniliktir, bu yüzden bocalamaya daha en baştan başlar. Kıza karşı nasıl davranması gerektiğini düşündüğü zaman geçmişini hatırlar, karısıyla evlendiği kırk yıl öncesi onun için şimdiye dahildir, sonuçta kızı eve çağırır.

Kızla sevişir, parasını esirgemez, güzel zaman geçirir. Ne ki yaşlıdır, bir gün koluna ağır bir sancı saplanır ve doktorunun telkiniyle kızla görüşmemeye başlar. Bir gün kızı yanında genç bir adamla görür ve benmerkezci düşünce yapısı onu başka bir ikileme düşürür: Genç erkeklerle dolaşması kızın kendi kararı mı, yoksa yaşlılığın iticiliğiyle beraber kızın yanında pek olamamasının sonucu mu? Kıza para göndermeye devam eder, vicdanını biraz olsun rahatlatır bu. Hâlâ kızın hayatındadır, ona ilişkiler, hayat konusunda yol gösterebilir. Kendine biçtiği bu görevle birlikte -bir nevi- kendi etikasını yazmaya başlar, kız için. Babacan bir ilgi duymaya başladığı kız, yaşlı adamın tecrübelerinden faydalanıp hayatını doğruluk -ya da adamın fikirleri- içinde yaşayacaktır.

Adam kendini öylesi kaptırır ki sağlığı tekrar bozulur, doktorunun endişeleri doruğa çıkar. Hayatının tek amacı zaten kendi hayatıdır; düşüncelerle yaşayan bir insanın eserini ilerletme çabaları bir noktaya kadar gelip tıkanır. Herhangi bir çıkış yolu bulamamaktadır adam, fikirleri bir çıkmaz sokaktır. Ne zaman ki yazdıklarını rulo haline getirip toparlayınca üzerine "Hiçbir şey" yazar, o zaman ölür. Gerçekten de hiçbir şeydir, ölümüyle birlikte anlaşılır.

Vicdan, toplum, aşk, gençlik ve yaşlılık üzerine derin, sorgulayan bir metin. Benim Hüzünlü Orospularım ile eş zamanlı okunması ilginç olur. Evet.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Wilhelm Reich - Dinle Küçük Adam

Her adamın içinde küçük ve büyük bir adam var. Öze yapılan yolculuklarda büyük olanını bulmak zor değil. Bulan da kötü olmayı göze alamıyor, sorun diğer tarafta. Yolculuğa hiç çıkmayan, kendini anlayamayan, yığınlarla hareket eden, yığının bir parçası olan o adam; güdüklüğüyle kalmış bir adam/kadın. Adeta kahveden Hilmi Dayı. Halden anlamayan öğretmen. Bencil, üstüne gidilirse vahşileşen, kolaylıkla yıkılan. Her yerde.

Öndeyişten: "Canlı varlık, toplumsal ve insansal ilişkilerinde iyi yürekli, saf, bu yüzden de var olan koşullarda tehlike içindedir. Başkalarını da kendisi gibi bilir. Diğer kişinin de canlı olmanın yasaları uyarınca verici, iyi yürekli ve yardımsever olduğunu varsayar. Sıradan insana olduğu gibi sağlıklı çocuğa da özgü bu doğal tavır, 'ruhsal veba' olduğu sürece rasyonel bir yaşam kurma karşısındaki en büyük tehlikeyi oluşturur. Zira vebalı hasta, diğer kişilerin de kendisi gibi düşünüp davrandığını sanır. İyi yürekli olan, bütün insanların da iyi yürekli olduğunu ve iyi yürekli davrandığını sanır. Vebalı da bütün insanların yalan söylediğini, aldatıp dolandırdığını ve iktidar hırsı içinde olduğunu sanır. Bu yüzden canlı varlığın avantajsız ve tehlikede kaldığı açıktır. Vebalının olduğu yerde sömürüldükten sonra kendisiyle alay edilir ya da ihanete uğrar; ve güven gösterdiği yerde aldatılır." (s. 11)

Çeviride problem var ama denmek istenen şey anlaşılabilir. "İncelikler yüzünden" mevzusu. Delilerin arasında sağlıklı insanların deli olduğu fikrinin egemen olması. Daha bir sürü şey denebilir, küçük adamların bir zamanlar büyük olduğundan bahsedilebilir. Küçüklüğü seçmek daha kolay ve zahmetsiz olduğu için sonradan bu hale gelmiş olabilirler. The Walking Dead mesela, yamyam tayfa en başta kurtulanlara sığınak sağlıyordu, kötülükle karşılaşınca onlar da kötü oldu ve yakaladıklarını yemeye başladılar. Neyse, mevzu biraz bu tayfayla alakalı olsa da asıl küçük adam, içindeki büyüğü bastırdıkça bastıran adam. Öyle.

Reich'in lafa kibarca girip ilerleyen bölümlerde kaptırıp gitmesi kahkaha attırdı. Önce her şeye rağmen küçük adamın yanında olduğunu, aşağılamaktan çok doğru yolu göstermek istediğini söylüyor, başına gelen bazı olayları anlattıkça şirazesi kayıp hakaret boyutuna vardırıyor mevzuyu. Gerçi kaydırılmayacak gibi değil, neler neler.

Önce küçük adamı tanımlıyor Reich. Küçük adam için Hilmi diyelim. Hilmi aynaya bakmaktan, eleştiriden korkuyor. Kendine güveni eksik, bu yüzden kolay fikirleri anlamakta zorlanırken aklının ermediği dayatılmış fikirler söz konusu olunca yayaya şaşaşa! Kabullenme ani, düşünce yok. Kendine de hakaret bu, aslında içindeki büyük adamı ortaya çıkarmak çok basit ama kendinden önce bunu başaranlar olduğu için onların peşinden gidiyor. Büyük adam dediğim elbet Hilmi için, asıl büyük adamlar erdemli olmak için, bilim için uğraşan insanlar, hiçbir beklenti içinde olmadan. Oysa Hilmi yine Hilmi, kim en çok bağırırsa onun peşinden. Nazım Hikmet diyor ya, "Akrep gibisin kardeşim!" diye, işte bence Hilmi için yazılmış bir şiir o.

Milli büyüklük, devletin çıkarları, bu yüzden Bruno, İsa, Karl Marx'ın ödediği bedel ortaya çıkıyor ve ödenen bedel için Hilmi memnun yahut ödenmemesi için hiçbir şey yapmıyor. Kendine uyduğunca, bir ölçüde alacağını alıyor ve hiçbir şey vermiyor. Bencil, konformist. Sürekli bir tehlike altında olduğu hissi yüzünden garantici, önce kendini garantiye alacak. "Hayatta mutluluk dileniyorsun ama güvence senin için daha önemli, bunun bedeli baş eğmek, hatta bütün yaşamın olsa bile." (s. 33) Olur da bir yenilik çıkar ortaya, bir düşünce, bir buluş, Hilmi'nin anlayamayacağı bir şey, o zaman en önde Hilmi'yi görürsünüz. "Öldürün! Yakın! Kırın!"

"Senin yakınında iyi düşünmenin olanağı yok küçük adam." (s. 30)

Hilmi sporcuları bilir, boksörleri bilir ama kendi aramadığı halde hakkını arayanları bilmez. Dos Passos'u bilmez, Heinrich Mann'ı bilmez. Gazetede her okuduğuna inanır. Yularını çekene gider. Sevemez, içten bir sevgi koyamaz ortaya, korkar, eğer bir parça varsa içinde, gıdım gıdım verir. Şudur yani: "Şu senin vatanseverlere bir bak: Yürümüyorlar; marş marş gidiyorlar. Düşmandan nefret etmiyorlar; her on yılda bir değiştirdikleri can düşmanları var; can düşmanını dost, can dost ve can dostunu tekrar can düşmanı yapıyorlar. Şarkı söylemiyorlar; marş böğürüyorlar. Kız arkadaşlarına sevgiyle sarılıyorlar; onlarla cinsel ilişkiye geçiyorlar ve öyle ve böyle birçok 'numara'yı bir gecede beceriyorlar." (s. 52)

II. Dünya Savaşı, proletarya, bilim, kapitalizm, Hilmi'nin varlığıyla şekillendirdiği bu mevzular çeşitli bölümlerde değerlendirilmiş. Ben bir bölüm daha almak istiyorum, kişisel bir şey. Kadınlar da var kitapta, küçük kadınlar. O da Ayşe olsun mesela. Direkten döndüm ben, evleniyordum bir ara. Olmadı, çoğu şeyi söylemedim, kendime yakıştıramadım söylemeyi. Reich öyle bir söylemiş ki keyif sigarası yaktım, muazzam: "Kendi yaşam mutluluğunun büyük hırsızı olsaydın sana saygı duyabilirdim. Sen ama küçük, alçak bir hırsızsın. Zeki ve hünerlisin ama ruhun kabız ve bir şey yaratmaya gücün yok. Bu yüzden bir kemik çalıp bunu kemirmek için bir köşeye çekiliyorsun. Bunu sana bir defasında Freud da söyledi. Gönüllü vericinin, severek bağışlayanın etrafını dolanıp onu somuruyorsun. Sen emicisin, sucker'sın ve ahlaksızca ona (hakkında hüküm verdiğin kişiye) 'sucker', emici diyorsun. Onun bilgisini, mutluluğunu, büyüklüğünü doya doya içiyorsun ama zıkkımlandığını sindiremiyorsun. Hemen yine sıçıp çıkarıyorsun ve iğrenç kokuyor bu. Ya da hırsızlıktan sonra namusunu koruyasın diye bağışçına çirkef atıyorsun ve ona deli diyorsun, ya da bir şarlatan ya da bir çocuk diyorsun..." (s. 92)

Oh be.

Evet, son derece gece yatmadan tekrar okumalık bir metin. Hilmilik, Ayşelik pırtladıysa bir yerinizden, okuyup kurtulmaya çabalayabilirsiniz. Lütfen çabalayın. Ömür törpüsü olmak, yaşam enerjisi soğurmak hoş bir şey değil. Şununla başlayabilirsiniz:

20 Ekim 2014 Pazartesi

Philip K. Dick - Toplu Öyküler 1 / Bay Uzay Gemisi

Büyülü Fener'den PKD'nin hikâye külliyatı. Beş cilt halinde hazırlanmış, ilk iki cildi çıktı. Çıkar çıkmaz aldım. Küçük dizgi hataları, bir iki yazım hatası dışında bir sıkıntısı yok. Çekinmiştim başta, PKD basan diğer yayınevinin facialarından sonra yeni bir vakayla karşılaşmak istemedim ama yayın yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu'ymuş, bir güven geldi oradan. Çevirmen Berna Kılınçer'i de azıcık araştırdım ve şüphem kalmadı, aldım. Çok başarılı, internette 20 TL civarına alabilirsiniz. Tekrar basılmazsa pişman olmayın.

Önsözde Dick'in BK'nin ne olup olmadığıyla ilgili görüşleri var, bu görüşler hikâyeler için bir perspektif oluşturabilir, daha da ötesinde türe burun kıvıranlar için ağza vurmalık terlik vazifesi görebilir. BK iyidir, iyi bir şiir kadar iyidir, bazen daha da iyidir. Dick ne güzel anlatıyor mevzuyu aslında: "Biz bilimkurgu okur yazarları (şu anda bir yazar olarak değil okur olarak konuşuyorum) bilimkurgu okuyoruz, çünkü okuduğumuz bir şeyin, içinde yeni bir fikir olan bir şeyin zihnimizde harekete geçirdiği zincirleme tepkiyi seviyoruz." (s. 8) Neyse, Dick der ki her uzay macerası BK değildir, ileri teknolojinin yer aldığı her metin BK değildir, bir metnin BK sayılabilmesi için temel malzeme olan ayırt edici yeni bir fikir lazımdır. Ayırt edici ve tutarlı bir fikir. Olmuş veya olabilecek olaylara karşı insanın konumu bellidir; bir yabancı. Geçmiş hatırlanamayacak, bilinemeyecek kadar geride, gelecek yok veya öngörülemez, öyleyse toplumu bu bilinmeyene itmek gerekir. "Bilimkurgunun özü budur, toplum içindeki kavramsal bir yerinden oynatma. Böylece yazarın zihninde yeni bir toplum üretilir, kağıda aktarılır ve kağıttan da okurun zihninde sarsıccı bir şok oluşturur, tanıyamamanın şokunu. Okur okuduğunun gerçek dünyası olmadığını bilir." (s. 7)

İstikrar: Robert Benton, insanların birbirini yok etmeyi bırakması için onaylanmış İstikrar'ın sürmesini engeller, zaman yolculuğu ve lanetli şehir küresini bulup hiçbir şey bilmemesine rağmen. Kendi tercihi olmamasına rağmen küreyi bulur, yolculuk yapar falan, sonra tanrının küreye hapsettiği, efsanelerdeki şehri serbest bırakır. Kendine geldiğinde makinelerin dünyasındadır, tanıdık simalarla birlikte bir distopyadan başka bir distopyaya uyanır.

Roog: Hikâye için Dick'in notu: "Yirmi yedi yıllık profesyonel yazma yaşamımın temeli, ilkel biçimiyle işte burada: Bir başka insanın, bir başka varlığın zihnine girme ve onun gözünden ya da gözlerinden görme çabası, bu kişi geri kalanımızdan ne kadar farklı olursa o kadar iyidir." (s. 628) Roog, Dick'in sattığı, yazarlıkla geçinilebileceği hayallerini kurduran ilk hikâye olması açısından önemli. Bir de o dönemdeki editörlerin BK'ye bakış açısını hikâye üzerinden anlatıyor Dick, dünya daha kendisine hazır değilmiş o zamanlar, bunu anlıyoruz.

Roog bir varlık, Borris bir köpek ve insanlar kör, her zamanki gibi. Borris, varlıkları evden uzak tutmaya çalışıyor ama pek kalabalıklar, başarılı olduğu söylenemez. Onlara karşı pek büyük ve kuvvetli olmasına rağmen kalabalığa karşı siniyor, ortadan kaldırılması uzak bir zamanda gerçekleşmeyecek ama onların isimlendirmesiyle "Bekçi" olarak görevini yapmaya devam edecek.

Küçük Hareket: Nightmares & Dreamscapes bölümü müydü o, hani oyuncak askerlerin bir adama savaş açtıkları? Burada bir benzeri var, fikrin orijinali bu olabilir.

Bir oyuncak fabrikasında üretilen oyuncak askerler, çocukların yardımıyla farklı evlere dağılırlar. Bu son denemedir, her şey ele geçirilecektir artık. Askerlerden biri, evin çocuğuyla konuşur ve fabrikaya gidip bir paket almasını söyler. Pakette tanklar, helikopterler falan vardır. Aslında ikinci aşamadır bu, çocukla sıkı bir bağ kurduktan sonra bu işe girmesi gerekirken diğer evlerdeki askerlerin teker teker yok edildiğini öğrenir ve zaman kaybetmeden planı devreye sokar. Bilmediği bir şey: Evdeki diğer oyuncakların -ayıların, kedilerin vs.- başka bir örgütün, insanoğlunu koruyan bir örgütün elemanı olması.

Ötedeki Vub: Düşünebilen bir canlı, insan değil. İnsanın kendinden uzaklaşması, belki de düşünebilen bir yaşam formuyla karşı karşıya gelmesiyle kendine yaklaşması, ne olursa olsun kendine benzemeyene duyulan bir şiddet var ortada.

Bir gezegende düşünebilen bir canlı vardır, miskin bir hayvan. Gezegene inenlerden biri bu hayvanı satın alır, gemide barındırır. Bu hayvan düşünmekle kalmaz, insanoğluyla kendi ırkı arasında Odysseus vb. ortak mitik öğeleri de inceler, sahibi olan tayfayla birlikte. Ne ki geminin komutanı, hayvanı kesip yemeye niyetlidir, zira o bir hayvandır, düşünüp konuşabilmesi önemli değildir. Vub son tartışmada, kendisine silah doğrultulduğunda şöyle der: "'Gözüme bakarak yapabilir misin? Bunu yapabilir misin?'" (s. 61) Derin mevzu. Ötekileştirilenlere uygulanan şiddet yüzyıllardır devam ediyor ve gelecekte de edecek gibi gözüküyor, gözünün içine baka baka öldürülen insanların olduğu bir dünyada bunun pek bir önemi yok sanırım. Yine de nefis bir şekilde bitiyor hikâye, vub yendikten sonra: "'Kaldığımız yerden devam edersek' dedi Kaptan. 'Bana kalırsa Odysseus...'" (s. 62) Belki böylesi somut olmayacak ama bir şekilde kırdığımız, üzdüğümüz insanlar bizimle birlikte yaşamaya devam edecek.

Silah: Kendi mekanlarından pek uzaklara giden bir gemi, yaşam belirtisinin görülmediği bir gezegene yaklaşır, o sırada bir atom bombasıyla vurulur ve gezegene acil iniş yapar. Bombanın nereden geldiği tespit edilemez, gezegende bir keşif turuna çıkılır ve silah bulunur, tabii silahın koruduğu hazineyle birlikte. İnsanoğlunun mirası dev bir depoya tıkılmıştır; onca sanat eseri, kitaplar falan. Silahı etkisi hale getirip oradan ayrılırlar, bir zaman sonra tekrar dönmek üzere. O sırada gezegenin bir yerinde kırmızı ışıklar yanar, başka bir depodan yedek parçalar çıkar ve silah tamir edilir. İnsanoğlunun en değerli varlıkları ürettikleri olsa gerek.

Kafatası: Atom savaşlarından sonra bir dayı ortaya çıkıp savaşı bitiren bir inanç yayar, uzun bir süre boyunca dünya barış içinde yaşar ama devlet büyüklerimiz savaşın doğal seleksiyon için, teknolojinin ilerlemesi için pek faydalı bir şey olduğunu düşünerek bir adamı geçmişe yollarlar. Amaç, bu inancı yayan zırtapozu öldürmektir. Dick'in zaman yolculuğu mevzusunda sıklıkla başvurduğu bir sonla biter hikâye.

Savunmacılar: Bu süperdi ya. Yine savaşlar falan, dünya ayvayı yer. Yer altında güneşli müneşli yapay bir dünya yaratılır, bu sırada yüzeyde savaş tüm hızıyla sürmektedir. İnsanların görevlendirdiği "kurşunumsu" adı verilen robotlar yüzeydeki tüm çatışmaları yönetmektedir. Yüzey tabii ayvayı yemiştir; radyasyon, korkunç bir iklim falan. En azından insanlar bir şeylerden kıllanana kadar öyle düşünürler.

Yetkili abilerimiz bir şeylerin döndüğünü anlayıp uzun bir tünel sisteminden geçerek yüzeye çıkarlar, olayların aslında kurşunumsuların dediği şekilde gerçekleşmediği görülür. Yüzeyde ormanlar vardır, yaşam vardır, gayet süper bir yer olmuştur yüzey. Kurşunumsular, insanları yüzeyden uzak tutmak için dezenformasyona başvurur, sekiz yıl boyunca insanlar aşağıda tutulur. Meğer bu herifler savaşı durdurmuş, ekolojik sistemi süper hale getirmiş falan. Sonuçta tüneller patlatılır, bizimkiler bir daha geri dönemez ve dünyanın öbür ucundan getirilen Ruslarla bir köyde yaşamaya başlayıp barışı öğrenirler. Böyle bir şey. Kurşunumsular erdemli insanlardır yani. İnsanın olamadığı kadar insandır.

Bay Uzay Gemisi: İnsanlar, uzaylılarla yaptıkları savaşlarda tokat üstüne tokat yedikten sonra sezgilerle hareket edebilecek bir gemi tasarlarlar. Bir beyin gerekir, bu beyin de bir matematik profesöründen sağlanır. Hızlı tepki, bilinçsiz. Amaç bu, Robocop gibi yani. Profesör, esas oğlanla kızı kaçırır, kimselerin bilmediği bir gezegene bırakır. Her şeye yeniden başlamak için. Bu sefer temiz bir başlangıç olacak. Ulan bu da şeyde vardı, Knowing miydi neydi. Bir de Poe göndermesi var hikâyede, bulana veya getirene tam iki kitap ısmarlıyorum. Hadi bakalım.

Ormandaki Kavalcı: Asteroid galiba, bizimkiler koloni kurmuş asteroid üstüne. Bir de orman var, ormana giren sevgi kelebeği olarak çıkıyor. Ağaç olduğunu düşünüyor kim oraya girerse, savaşmıyor, hiçbir şey yapmıyor, güneşin altında dikiliyor öylece. Bunun üstünden gelişen bir şey. En iyisi hiçbir şey yapmamak, evet.

Sonsuzlar: Evrimin doğal hızının ideal olduğunu belirten. Evet, üşendim.

Saklama Makinesi: Müziği koruyabilmek için Beethoven'ın eserlerini böceklere dönüştüren Doktor Labyrinth, süreci tersine çevirince kakofoniyle karşılaşır. Yaşama uğraşı, çoğu şeyi bozduğu gibi müziği de bozar. En sonunda kendisini dönüştürür, ancak öyle korur müziği.

Harcanabilir: Örümcekler bir adamı uyarır, böylece adam eve gelince karıncalardan oluşmuş bir halıya düşmekten kurtulur. Buraya kadar anormal, sonrası daha da ilginç. İnsanlar istilacı olarak geldiklerinde böceklerin atalarıyla çatışmışlar ve kesin çizgiler çizilmiş. Örümcekler, böceklere karşı yaratılmış ve çağlardan beri insanoğlunu korumuş, korumaya devam edecek. Lakin eve doğru yaklaşan böcek ordusuna karşı adamı korumaya çalışmayacak. Bir doğa-insan çatışması daha.

Değişen Adam: Uzun hikâye cinsinden bir metin bu. Devlet organlarının iç çatışması, sezgi yoluyla teknolojiyi teoriden pratiğe dökebilen, geçmişten yanlışlıkla getirilen bir adam ve eski teknoloji/yeni teknoloji çatışması içeren bir mevzu.

Yorulmaz Kurbağa: Felsefe/fizik çatışması içeren güzel bir hikâye. İki profesör bir iddiaya girer, Zenon'un kurbağa ve kuyu paradoksunu çözme konusunda bir deney düzeneği hazırlarlar. Paradoksa göre kurbağa, kuyudan çıkmak için zıpladığında enerjisi hep yarı yarıya düşecek ve sona gelmeden önünde bir boşluk daima kalacaktır. Felsefeci önünde sonunda yolun biteceğini söylerken fizikçi tam tersini iddia eder, bir şekilde felsefeciyi düzeneğin içinde yakalar ve düğmeye basar. Verilen ani sıcaklığın etkisiyle felsefeci hareket eder ve boyutu geometrik olarak düşmeye başlar. Bu düşüş sırasında zemin engebeli hale gelir, etrafında dağlar belirir falan. En sonunda moleküllerin arasından geçebilecek küçüklüğe erişir ve düzenekten çıkarak eski haline döner, kızgın bir şekilde fizikçiyi bulur. Deney başarısız olmuştur, başka bir düzeneğin kurulmasını ister, hiçbir şey söylemeden oradan uzaklaşır.

İşgüzar, Bahçede, Maaş Çeki gibi çok güzel hikâyelerle devam ediyor, ben buraya kadar sabredebildim. Bir iki şey daha söyleyeyim, Dadı kapitalizmin insanın kanına nasıl girdiğini anlatan güzel bir hikâye. Koloni'de eşyaların insanlara düşman olabileceğine kesin olarak inandım. Eşyalar düşmanımız.

Birkaç madde halinde Dick'in değindiği konuları çıkardım ama son kitapla birlikte toplu bir değerlendirme yaparım herhalde. Tanrı kompleksi, insan-doğa çatışması, zaman yolculuğu paradoksları, bir sürü mevzu var. En sona. Bu kadar yeterli.

12 Ekim 2014 Pazar

Poul Anderson - Uzaya Haçlı Seferi

Fransa'ya doğru yola çıkmak üzere olan Sir Roger de Tourneville ve şürekası, Kudüs'e ulaşmak, kafirleri kılıçtan geçirmek ve daha da önemlisi zengin olmak dururken tepelerinde biten bir uzay gemisini ele geçirirler ve sefer başlar. Tek sıkıntı, Fransa'daki savaşı bitirip Kudüs'ü ele geçireceklerken uzayın derinliklerine doğru yol almaya başlamaları.

Kaptan ve toplum teknisyeninin diyaloğuyla açılıyor metin. Toplum teknisyeni, eski bir kitabı tercüme ettirmiştir ve okuması için kaptana verir. Metnin içindeki metne gireriz bu andan sonra, beyin yakan bir seferi kaleme alan Birader Parvus'un anlatıcı olduğu serüven başlar.

Uzay gemisi indiğinde ciğerleri kebap eyleyen silahlarına rağmen Wersgorlar mağlup edilir, Branithar nam uzaylı ele geçirilir. Sir Roger, gemiyi büyük seferi için kullanmayı düşünür, Parvus'u Branithar'la iletişim kurması için görevlendirir. Uzaylıları iblis sanırlar önce, Latince bilmediği için iblis olup olmadıkları bile tartışma konusu olur. Orta Çağ insanının hayatı anlamlandırma çabası mizahi bir durum çıkarıyor ortaya; her şeye din penceresinden bakan insanlar ve uzaylılar. Süper. İletişim kurulur, taraflar birbirini anlamaya başlar ve Sir Roger'ın emri altındaki bütün insanlar -yaşlılar, kadınlar, çocuklar dahil- gemiye bindirilir, sığırları bile alırlar. İstikamet bellidir ama Branithar bir katakulliyle gemiyi geri döndürülemeyecek bir şekilde uzaya yönlendirir.

Wersgorlar yayılmacı bir ırk, teknolojide çok ilerideler, kalabalığı sevmedikleri için gezegenlere koloniler kuruyorlar ve sürekli yayılıyorlar. Gittikleri yer, geminin geldiği bir gezegen. Bir sınır gezegeni, merkezden pek uzak. Gezegene indikleri andan itibaren Sir Roger'ın liderliğiyle birlikte yayılmaya başlarlar, kaleler ele geçirilir. Bu nasıl gerçekleşebiliyor, yani teknolojide çağ atlamışlar falan ya. Wersgorlar uzay savaşlarında son derece yetenekliler. Işın silahlarıyla adamı pof diye moleküllerine ayırabiliyorlar ama yer savaşında, yakın temasta son derece kötüler. İnanılmaz zeki olmalarına rağmen böyle bir mücadeleye daha önce hiç girmedikleri için sürekli kaybediyorlar. Bizimkiler hendek kazıyor, tuzak kuruyor, hacamat ediyor uzaylıları. Bir de Sir Roger'ın bitmek bilmez enerjisi var, adam William Wallace gibi bir şey.

İnsanlarla uzaylılar arasındaki ilişkiye taktım ben. Ruh kavramını anlatamayan Parvus'a Branithar'ın cevabı güzeldi, kişiliğin model olarak görülmesiyle birlikte bu formun başka bir canlı fiziksel matrise aktarılabileceği fikriyle Parvus'un beynini yakıyordu. Ayrıca kendi bilim adamları da kişilik, ruh gibi meseleleri çözememişler. Yeterince veri elde edilememiş falan. Çözeriz oğlum bunları, zamanı gelince bilinmeyen hiçbir şey kalmaz. Bence. Bunun yanında Parvus'un Tevrat'taki gök kavramını Branithar'ın anlattıklarıyla birlikte mantığı elverdiğince bir yere koyması ve Dünya'nın içindeki yanan alanı cehennem konseptiyle bağdaştırması da ilginçti. Bir de Sir Roger'la Wersgorların kumandanı Huruga arasındaki bir diyalog çok güldürdü. Garibim Huruga zaten bizimkileri anlayamıyor, Sir'ü ciddiyete davet ettiğinde gayet ciddi bir şekilde düello teklifi alıyor, kan dökülmesin diye. Cevap şu: "Siz bir çeşit akıl hastanesinden falan mı kaçtınız?" (s. 96) Sir Roger'ın kafir teknolojisini alıp yayılmacı amaçları için değerlendirmeye çabalaması da dinde pragmatizme ayna tutuyor. Kafirlerin her şeyi kafirdir, lakin iyi amaçlar uğruna, din uğruna kullanılabilir. Son olarak şu var, başka ırklarla iletişime geçildiğinde yıldızlar arası yolculukta ne kadar tecrübeli oldukları soruluyor. Parvus otuz beş yüzyıl kadar bir tecrübeleri olduğunu, ilk uçuşun Babil adlı bir yerde yapıldığını söylüyor. Bu da ilginçti, tanrıların arabaları konsepti yayılmış demek ki. Anderson makara yapıyor ya da.

Güzeldi, tavsiye ederim. BK işte. Bugün Tool'dan gidiyoruz.