10 Ocak 2015 Cumartesi

Jacques Ranciére - Cahil Hoca / Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders

"Kalipso asla unuta..."

Joseph Jacotot, retorik dersleri verip avukatlık mesleğine hazırlanırken siyasi sebeplerden sürgün edilir, Hollanda kralının yardımıyla Belçika'da Fransızca okutmanlığı yapmaya başlar. Dersleri ilgiyle takip edilir, ne ki Flaman öğrenciler tek kelime Fransızca bilmemektedir, Jacotot'nun Flamanca bilmediği gibi. Jacotot, Telemak'ın ikidilli bir baskısını bulur ve öğrencilerinden metni Fransızca olarak incemelerini ister. Tam bir acizlikle karşılaşacağını düşünürken durum tam tersi olur; öğrenciler iki dili karşılaştırarak Fransızca fiil çekimlerini, imlayı anlarlar ve Jacotot'yu şaşkınlık içinde bırakırlar. Yukarıdaki alıntıyla başlayan kitap, öğrenciler için Fransızcanın kapılarını açmıştır. O güne kadar öğretmenliği bilgi aktarımı sanan, bilgiye ulaşmada yol göstericilik olarak bilen Jacotot için bambaşka bir eğitim sisteminin kapısı aralanmıştır. Yeterli derecede motive olmuş öğrenciler için öğrenmek çok kolaydır, asıl zor olan öğretim tekniklerinin öğrenciyi öğretmene bağlayıcılığını kırmaktır.

Bu deneyimle birlikte Ranciére için bir inceleme alanı açılır; zihinsel özgürleşmenin koşulları ve mevcut eğitim sistemlerinin eleştirisi. Bilginin edinilmesinde hocanın yönlendirmesine ihtiyaç vardır. Mucizevi bir dokunuşla bilinmeyenler ortaya çıkacak, koşullanmış öğrenciler bilgiye gösterilen yolda ulaşacaktır. Özgür zihnin kullanılmaması için güzel bir yol. Bilgiye kendi çabasıyla ulaşan öğrencinin daha sağlıklı bir yol izlediği söylenir, günümüzün eğitim bilimlerinde sistemleştirilmiş bir mevzudur bu. Ezberden, sistematik çalışmadan, yönlendirmeden çok daha iyidir yani. Ranciére örnek olarak konuşmayı öğrenen çocukları gösterir. Çocukların kendi çabalarıyla, bir açıklayıcı olmadan öğrendikleri sözler özgür zihinlerinin başarısıdır. Öğrenmenin doğrulamaya muhtaç olmadığı bir ortam hem bir iktidara bağlılık yaratmaz, hem de öğrenmenin en silinmez, en sağlıklı yoludur. Bir koşullanma süreci eleştirisidir bu; zeka dünyasının hiyerarşisine boyun eğen, anlamanın açıklama olmadan gerçekleşmeyeceğini düşünen bireyler için bir çıkış yoludur. "Aman ne bileyim ben, anlamam ki!" Eşit zihinler anlayışına göre hiçbir birey bir diğerinden üstün değildir. Gerçi çoklu zeka kuramı için eleştiri konusu olabilecek bir mevzu bu ama bir ölçüde herkes kendi çabasıyla bir noktaya kadar kendisini geliştirebilir. Kuantum fiziği bir ölçüye kadar anlaşılabilir yani, tabii burada Jacotot'nun dil eğitimi söz konusu ama kendisi aynı sistemi askeri bir okulda aynı şekilde deneyerek başarılı oluyor, üstlerinin izin verdiği ölçüde. Bahsedilen konuların çeşitliliği de değil aslında, öğretimde birey-iktidar ilişkisi ve zihnin üstün gördüğü bir başka zihne bağlanması.

Jacotot örneğinde öğretmen, öğrencileriyle eş bir zekaya sahip olduğunu gösterir. Öğrencilerin iradesi ve kitabın zekası arasında eşitlikçi bir zihinsel bağ kuran Jacotot da aynı şekilde bu ikisine bağlıydı. "İki ilişki arasındaki farkın bilinip özenle korunmasına, irade başka bir iradeye itaat ederken kendisinden başka bir şeye itaat etmeyen bir zekanın gerçekleştirdiği edime özgürleşme denir." (s. 20) Özgürleştiren veya aptallaştıran bir hoca. Öğrenciler hızla öğrenirken Jacotot Hollandaca bilmiyordu, öğrenmemişti. Eş zekaların niteliği birdi, önemli olan bu. KPSS silah arkadaşlarım okuyorsa buraları, bilirsiniz, Esasicilik, Daimicilik falan. Onlara karşıdır bu mevzu ama İlerlemecilik için de pek hoş konuşmaz. Daha çok Varoluşçuluk tabanlı bir mevzu değil mi bu? Tam bir serbestlik içinde modüler bir eğitim, doğrusal değil. Hoca da öğrencilerle birlikte öğreniyor, Her bir konu için farklı bir öğretici yok, öğrenciler her ders için ayrı bir cehalet uçurumuna düşmüş gibi hissetmeden öğreniyor.

"Sokratesçilik aptallaşırmanın kusursuzlaştırılmış bir biçimidir." (s. 36)

Ranciére için retorik, özgür zihinlerin önündeki en büyük engeldir, bu yüzden Sokrates gibi öğretmek için sormak yerine öğrenmek için sormak, özgür zihinler için bağlayıcı olmayan en iyi yol. Özgür zihin, özgürlüğünün farkına vardıkça benliğini tüm bağlardan kurtaracak ve öğrenmeyi tek kişilik bir faaliyet haline getirecektir. Ranciére bu konuda cogito ergo sum'u tersine çevirir. "İnsan olduğum için düşünüyorum." Düşünmeye bir özne kazandırır, insan öznesini. Özgür olan insan, ne kadar yetersiz olduğunu hissederse hissetsin, zincirleri kırmak için ideal insandır. "Özgürleşmiş birinin asıl kâdir olduğu şey özgürleştirici olmaktır: Bilginin anahtarını vermek değil, bir zekanın kendini başka her zekaya ve her zekayı da kendine eşit gördüğü zaman ne yapabileceğinin bilincini kazandırmaktır." (s. 45) Bunun dışındaki her şey aptallaştırıcıdır. Hoca da öğrenci de aynı şekilde aptallaşır. Üstün zihin, alt olduğunu düşündüğü bir zihne muhtaçsa eğer, bir zaman anlaşılamamaya başlayacaktır. Aptallık bu noktada başlar, zihinlerin eşitsizliğinde. Daha akıllı, daha zeki gibi tanımlamalar bir tuzaktır, zihinleri tutsak etmede bir döngüdür.

Dille, iktidarla ilgili çok mevzu var. Bir de Jacotot'nun buluşundan sonra eğitim sisteminin ve özgürleşmenin başına gelenler var, tahakkümü sarsılmaz olan yerleşik sistemler arasında Jacotot'nun yöntemi tutunamıyor. Ölmüyor da.

Güzel, edinilmeli. Bir de mevzuyla ucundan alakalı olarak şunu öneriyorum, süper film:

Whiplash

6 Ocak 2015 Salı

Abe Kobo - Kutu Adam

Bir adam kutu içinde yaşamaya başladığı zaman görülemez, görülemediği müddetçe görenin kim olduğunu anlayamamaya başlar. Ellis'in Glamorama'daki düşünce biçimi geçerlidir: "Ne kadar iyi görülürsen o kadar iyi görürsün." Kutu adam için önemsiz şeyler. Zaten görüş açısı küçük. Kutu dışındaki halinden daha az gördüğü için düşünecek daha çok şey var. Kutu bir başka dünyaya açılan kapı olsa, o zaman görülen dünyaya bakıldığında bir bulantı yaşanacak. Var. Öyleyse geçen zaman duygusunun kaybı kayıp mıdır, değildir. Serserilerle karıştırılmak kayıp mıdır, evet, çünkü serseriler kutu adamları döver. Kutu adam dövüşemez, kolunu kaldırıp vücudunu sağa veya sola çevirerek darbe indirmeye çalışır. Bir kutu içinde yaşamak, fenomenlerden kurtulup saf bilince ulaşmanın yanından yer. Evreni reddetmektir, evren içindeki evreni kabullenip dışarıyla iletişimi en alt düzeye indirmektir. Evreni kabul etmektir çünkü kutu uzayda bir alan kaplar. Adam için aynı şey geçerli değildir. Bunların hepsi için lazım olanlar: 

- Boş bir karton kutu
- Kenarları 50 cm. civarında, kare şeklinde yarı saydam bir plastik
- İki metre demir tel
- Su geçirmez yapışkan bant
- çakı şeklinde açılıp kapanan bir bıçak
- Ve, özel açık hava teçhizatı için üç büyük parça kullanılmış bez, bir çift kauçuk bot.

A. o, penceresinden baktığında bir kutu adamla yüz yüze geldiği zaman arkadaşından havalı tüfek almış ve kutu adamı vurmuş. Sonrasında altı gün pencerenin önünde beklemiş ve en sonunda başına bir kutu geçirerek evinden çıkıp gitmiş, bir daha da kimse onu görmemiş. Vurulan kutunun günlüğüne yazdıklarından takip edeceğiz olanı ve olmayanı. Şöyle diyelim ki kutu ve bir iş söz konusuysa kutu o işi yapmaz. İş, kutu tarafından eyleme uğrama yoluyla yapılmaya doğru ilerler. Belki patafiziğin egemenliği başlamıştır, kim bilir. Bir tek kutu.

Tedavi için giysilerini çıkardığında fotoğrafçı bir et ve kemik yığını ortaya çıkar. Eski model, yeni hemşire için kutu satın alınacak bir şeydir, Elli bin yen. Kutudan nasıl bir varlık çıkacaktır, o da belli değil. Yine de para alınır, kutu teslim edilir ve hemşirenin çıplaklığıyla -artık sahte kutu adam ya da SKA diyeceğimiz- doktorun kutuluğu bir pencereden izlenir. Kadının soyunması ve SKA tarafından izlenmesi, görme-görülme açısından önemli bir noktadır. Asıl kutu adam -kutuluğunun bitmesine rağmen kayıp kimliği konusunda endişeye düşülecek bir şey yoktur, kayıptır hala- kadının çıplaklığını izleyen SKA'yı kıskanır, bunu susadığı zaman su içtiği bir resmine bakmaya benzetir. Bu jübilesini yapmış adamla SKA'nın birliği öylesine şiddetlidir ki çıplak kadının karşısında kendisi varmış gibi kadını yemek ister bir ara. İki farklı ucun birleştiği nokta. Bir yanda teşhir, diğer yanda kutuluk, cinsel kimliklerin silinmesi, belki de modern zamanların muaşakasının bir eleştirisi, ya da ben'in ortadan kalkmasına doğru bir yöneliş. Bir yansıma; metinde aynaya tutulduğunda okunabilecek bir cümle, şahit olunan sahnenin daha önce yaşandığını belirtir. Yaşanmış gibi olduğunu.

Bölünmenin ardından "yazar ben'le hakkımda yazılan ben arasındaki tatsız ilişkiler" anlatıcının -o da kimse- aklını kurcalayan mevzular olacak ve metni iki farklı açıdan izleyeceğiz. Butor'nun karakter hakkındaki düşüncelerini hatırlamak iyi olur, ben'i anlatırken asla aynı kişi olmayacağız, Anlattığımız kişi kendimiz değiliz. Metin değiştirir, zaman değiştirir, kendimiz olmamamız için bir sürü etken var. Neyse, şunu belirtmekte fayda var ki doktorumuz da bir replika. Eğitimi olmamasına rağmen çalışarak kendini geliştirmiş ve bunu bir tutku haline getirdiği için gerçek doktorlardan çok daha iyi bir birikime sahip hale gelmiş. Yerini aldığı doktorsa madde bağımlısı bir adam. Hemşire olarak çalışan eşinin sahte doktorla birlikte olması pek bir anlam taşımıyor ve birbirlerinin yerine geçmeleriyle bir kutu içinde yaşamaları arasında hiçbir fark kalmıyor bir noktadan sonra. Anlatıcının kimliği belirsizleşiyor, sahtenin gerçeği öldürüşüne tanık oluyoruz. Cinayet işleniyor, intihar süsü veriliyor ve kimlik arama çabaları sona yaklaşırken metini ambulans sirenleriyle bitiriyoruz.

"Eğer insanlar başkalarının bakışlarından kaçarak yaşamaya devam ederlerse, bunun nedeni insan gözünün yanlışlıklar ve sanrılar yarattığına emin olmalarıdır." (s. 85)

Calvino'nun sözüyle kıyaslarsak, yalanın sözlerde değil de şeylerde olması ve bu, insanın bir kutu içinde yaşamak isteyecek kadar yalan bir şey olmasına geliriz. İnsanın ben'ini araması diğer her şeyden uzaklaştırıyor, nesneler insanların devinimlerine göre varlıklarını sürdürüyor. İnsanın bir "şey" olmaktan çıkmasının yolu kutu olmaya varıyor sonunda, hiç olmaya. Toplumsal bir pay da çıkarılabilir; Baudrillard'a yaklaşan kısımlar var. Televizyon, tüketim ve kitlenin bitmez tükenmez soğuruculuğu karşısında varlık gösterebilmek için bir kutu gerekiyor sadece. 

Japonya'nın Beckett'ı, Kafka'sı olan Abe Kobo'nun iki kitabı Türkçeye çevrilmiş, birini bulmak çok zor. Diğer eserleri de çevrilse süper olur.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Milan Kundera - Yaşam Başka Yerde

Röportajın tamamı için buradan: Yaşam Başka Yerde ve Kundera Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir

"(...) Tüm roman, tek, uzun bir sorgulamadır. Meditasyona tabi tutulan bu sorun –senin sorun buydu– romanımın bütününe yayılır. Yaşam Başka Yerde’de biraz duralım. Bu romana önce “O Lirik Yıllar” adını vermiştim. Bu başlığı, yavan ve rahatsız edici bulan arkadaşlarımın etkisiyle, son anda değiştirdim. Arkadaşlarımın baskılarına boyun eğdikten sonra, daha önce bir aptallık yaptığımı anladım. Çünkü bir romanın ele aldığı sorunu anlamakta başlığın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şaka, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, hatta Gülünesi Aşklar’a bir bakalım. Romanın başlığından hareketle kitabın “komik aşk öyküleri” anlatan bir şey olduğu düşünülmemeli. Aşk düşüncesi her zaman ciddiyetle ele alınmıştır. Modern insan için belirleyici bir kavram. Neyse, Yaşam Başka Yerde’ye dönelim. Birkaç soru üstüne inşa edilmiş bir roman: Lirik tutum neyi içerir? Lirik gençlik yılları nedir?Şu üç şeyin birleşimi ne anlama gelir: Lirik, devrim, gençlik. şair olmak ne demektir? Romanı yazmaya defterime not ettiğim şu hipotezle başlamıştım: “Şair, bir türlü içine giremediği dünyada görünür olmak için annesi tarafından zorlanan genç bir adamdır.” Bu ne sosyolojik, ne estetik, ne de psikolojik bir tanım gibi görünüyor.

Fenomenolojik bir tanım.

Kötü bir sıfat değil ama bunu ucuzlatmak istemiyorum. Profesörlerden korkarım, çünkü felsefi ya da teorik akımları başlatma sanatına yalnızca onlar sahip. Romanın, bilinçaltını Freud’dan önce bildiğini unutmayalım, sınıf savaşının Marx’tan ve fenomenolojinin de (insani durumların özünün araştırılması) fenomenologlardan önce. Heidegger’e büyük saygım var. Ama benim yazım tarzımı etkilemedi. Daha çok romanın bütün öyküsünün 'pratik fenomenoloji', fenomenolojiden önce fenomenoloji olduğunu anlamamı sağladı."

The Man From Earth'ün esas adamının da dediği gibi, edebiyatın bilimsel gerçekleri önceden sezdiği haller mevcuttur. Voltaire'in evrenin muazzam bir patlamayla ortaya çıktığı görüşü, Goethe'nin spiral nebulaların dönmesiyle ilgili sözleri... Elbette Freud'dan önce psikanalitik zımbırtılar edebiyatta tezahür etmiştir, "ödipal kompleks" adını nereden alacaktı yoksa? Neyse, mevzu bu değil. Kundera'nın adeta deney ortamında incelediği karakterinin, Jaromil'in öyküsü bu. Serdar Rifat Kırkoğlu'nun Ayrıntı'dan çıkan Gülünesi Aşklar için yazdığı önsözde François Ricard'dan aktardığı: "Kundera dünyayı gürültü patırtıyla ortadan kaldırmıyor, bir gizli ajan gibi, onu parça parça, metodik bir biçimde ve gürültü yapmadan parçalıyor." (s. 9)  Doğumundan ölümüne kadar didik didik edilen Jaromil, deneyimsizliğin içinde lirizmin kapalı dünyasını yaşamı olarak bellerken her faninin başına geldiği gibi büyüme illetine kapılacak ve -bence- çağımızın kara vebası sosyalleşme sancılarıyla kişiliği arasında kalacak. Bunların Jaromil'le birlikte mimarı olan anne ise kendi trajedisini yaşarken çocuğunu da bunun içine çekecek, baştan itibaren. Kundera, tanımlardan bağımsız görmek istediği romanı için sistem halindeki akımlardan uzak durup edebiyatın özü olan varlık araştırmasına giriyor. Jaromil: Düşünceleri ve duyguları bir adam.

Yedi bölüm. Kundera aynı zamanda bir müzik adamı ve 7 rakamına karşı bir saplantısı var. Romanın yedi kısımdan oluşmasının sebebini müzikteki "mouvement" kavramına karşılık gelen yedi kısım olarak görüyor. Bunun bilinçli bir çaba olmadığını, tümüyle bir saplantı sonucu vücut bulduğunu ekliyor. Kırkoğlu'nun önsözünden yine.

Birinci Bölüm ya da Şair Dünyaya Geliyor: Jaromil'in annesiyle başlıyoruz, dediğim gibi mevzunun doğmasında kendisinin payı büyük.

Şaire gebe kaldığı yeri düşündüğünde üç ihtimalin en romantiğini, manzaralı bir kayalığı seçer. Buradan başka bir yerde hamile kalması mümkün değildir, öbür türlü şairin babasına duyduğu aşkın kendi anne babasının sıradanlığına ve düzenliliğine karşı romantik bir başkaldırıya kalkışamayacaktır.

Annenin aksine babada soylu duygulardan eser yoktur, aşık değildir ve evlilikten olabildiğine kaçar ama kızın anne ve babası mevzuya el atar; yoksul mühendisin kendi şirketini kurmasına yetecek bir drahoma sunarlar ve evlilik gerçekleşir. Anne için babanın duygusuzluğu önemli değildir, duyduğu soylu aşk her şeyin üstesinden gelecekmiş gibi düşünür.

Şair doğar ve annenin geçmişini öğreniriz. Güzel ve göz alıcı coşkunluğuyla ket vuran ablasının yanında mütevazı bir çocuk olagelmiştir, kendini müziğe ve edebiyata verir. Üniversitede edebiyat okumak ister, bu sırada erkeklerle ilişkilerinde istediğini bulamamaktadır. Cinsel ilişki, kendisine vadedildiğini düşündüğü büyük aşkı sunamamıştır. Mühendisle karşılaşması her şeyi değiştirir, özgürlüğüne açılan bir kapı olarak görür adamı. Hamile kaldığında özerkliğe kavuştuğunu düşünür, karnındaki bebek yaşamında kendine ait olan tek şeydir. Özerkliği için bebeğin -ya da bireyin diyelim- özerkliğini çoktan feda etmiştir bile. "Sevgilinin memesini öpmesi, edeli saatler süren kuşku ve güvensizlikle ödenen bir saniyeydi. Oysa şimdi göğsündeki ağzın, sürekliliğinden emin olabileceği bir bağlılığın kanıtını getirdiğini biliyordu." (s. 16) Çocukla baba arasındaki ilişkiyi bile koparmak ister, odasındaki Apollon heykelciğini çocuğun babası olarak düşünür. Apollon gibi duygulu, hisli olacaktır Jaromil. Baba heykelciğe çorap geçirir, şapkasını asar. Zıtlık.

Jaromil büyümeye başladıkça kelimelerle tanışır, söylediği bazı kafiyeli sözlerin büyüklerin ilgisini çektiğini görür ve kelimelerin büyüsüyle o zaman tanışır. Annesi, oğlunun duygu dolu bir dünyaya adım attığını görüp sevinir ve çocuğu benzer şeyler söylemeye teşvik eder. Tabii ki çocuğun söyleyeceği sözler gibi giyeceği elbiseler vs. de egemenliği altındadır. Mutlak bir kontrole sahiptir çocuk üstünde. Bunun etkisiyle çocuğun pek arkadaşı olmaz, bir tek okulun kapıcısının oğluyla yakındır, bir de köpeklerle. Köpek, onun için hayvanlar dünyasının tüm iyiliğini, doğal erdemlerin toplamını temsil eder. Bu köpek izleğiyle ileride karşılaşacağız.

Anne ikinci bir çocuk ister ama baba oralı olmaz. Kadının sahip olacağı bütün çocuklar artık Jaromil'dir. Evladımız iyice boku yer. Hayran olunmaya açtır, dünyanın merkezine kendini koyar. Gözlerini kapadığında bütün dünyanın yok olduğunu düşünür. Benmerkezciliği uçlara ulaşır.

Bir gün güzel bir köpek görürler ve anne, köpeğin sahibinin bir ressam olduğunu öğrenir. Adamla tanışmayı ister, Jaromil'in yaptığı resimler için bir uzmanın görüşüne ihtiyaç duymaktadır. Jaromil için bu ressam bir model olacaktır; ona ulaşmak için, beğenisini kazanmak için uğraşacaktır. Köpek mevzusu belki.

Annenin ressamla bir ilişkisi de olur. O kusursuz aşka ulaşmak için ressamın dünyasına girmeye çalışır, adamın verdiği şiir kitaplarını okur ve o dünyaya giremez. Jaromil, Eluard'ı bu kitaplar yoluyla tanır ve şiir serüveni sağlam temeller edinir. Anne, oğlunun bu sevgisine gıpta eder, onu ressamla bütünleştirir. Her seferinde bir başka kişilik yaratır oğlu için, bu kişilikler üstünden ona tekrar tekrar bağlanır. Ressamla olan ilişkisinde doğumdan kalan göbeğinin aralarına girmesine engel olamaz, kendini tanıyamayacağı bir şekilde yabancılaştırmaya devam eder ve umduğu aşkın çok ötesine düşer. Ressamdan ayrılırken bile dürüst olamaz, karnındaki çatlaklarıyla birlikte onun önünde çırılçıplak kalmak istemez ve ikiyüzlülüğe sarılır.

İkinci Bölüm ya da Xavier: Xavier bir rüya gezginidir. Rüyaları arasında bağlantılar kurar, bir kadının evine girip kocasını dolaba kilitler, kadınla sevişir ve dahil olduğu devrimci gruptaki arkadaşlarını ele vermemek için kadını bırakıp kolluk kuvvetlerinden kaçar. Kadın güzeldir ama ona ihanet etmesi gerekir.

Bağlantısız bir bölüm gibi dursa da öyle değil.

Üçüncü Bölüm ya da Şair Mastürbasyon Yapıyor: Almanlar Prag'ı işgal ettikten bir süre sonra direnişçilerin arasında yer alan baba yakalanır. Öldüğüne dair bir kağıt gelir, Jaromil için rol modellerinin başında gelmesi gereken kişi artık yoktur. Üstelik istenmeyen bir çocuk olduğu için babasının sevgisi de öyle pek güçlü olmamıştır. Kadınlara dair bilgisi annesiyle sınırlı kalacaktır, ergenliğe giden Jaromil için korkunç bir şey. Yüzüne erkeksi bir gülümseyiş kondurmak istese de yapamaz. Ressamı örnek alır; onun gibi düşünmeye başlar, onun jestlerini, mimiklerini kullanır. Annesi pek istemese de ressamı görmeye gitmektedir ve adamın şiir hakkındaki görüşleri Jaromil için çok önemlidir.

Jaromil'in şiirinin gelişimiyle hayata bakışı paralel ilerlemektedir. Önceden evin hizmetçisini dikizlediği zaman kadınların yüzlerinden etkilenirdi, fizikselliğin ötesinde bir aşkı düşünürken aydınlık bir yüz geliyordu aklına. Sonrasında ölümle kadınları eşleştirir, aşk için ölmek fikri belki ilk orada gelmiştir aklına. Bunun yüzünden ileride bazı herzeler yiyecek hırt.

Okulda bütün şartlar olgunlaşmasına rağmen bir kızı öpemez, "deneyimsizliğin büyüsü" ile pek aşırı lirik şiirler yazar. Sürrealizmin etkisi altındadır, bilinçaltının bütün meyvelerini yer. Yavaştan edebi toplaşmalara da katılmaya başlar; proletarya devriminin konuşulduğu bir ortamda söz alarak sürrealizmin Rus sosyalist devrimiyle eş zamanlı ortaya çıkmasının önemli olduğunu, hayal gücünün ekonomik özgürlükle bağlantısını anlatır. Karşıt fikir olarak Andre Breton'un değil, Çek sosyalist şiirinin kurucusu Jiri Wolker'in izlenmesi gerektiği söylenince Kundera edebiyatının yapı taşlarından biriyle karşılaşırız, romanın bir diğer boyutuna geçeriz.

"Kundera'ya göre tarihsel durumlar maksimum bir ekonomiyle kullanılmalı ve roman kişilerinin varoluşsal  durumları için açınlayıcı bir işleve sahip durumlar için kullanılmalıdır." (Gülünesi Aşklar, s. 11)

Çek devrimiyle birlikte sanatın işlevi de tartışma konusu olur. Toplumcu sanat anlayışıyla sürrealizm vs. çatışma haline girer ve Jaromil için kişisel bir dönüşüm başlar. Çok sevdiği yaşlı bir şairi yuhalamaya kadar vardırır işi, şiirleri bile büyük bir değişim geçirir ve lirizmden uzaklaşarak toplumcu bir şiire yönelir. Kafiyeler, ölçüler ona başka bir dünyanın kapısını açar ve şiirinden -olduğu kişiden de diyebiliriz- uzaklaşır. Güzel bir alıntıyla anlatılmış bu durum: Şiirinin gırtlağına basar. Ya da böyle bir şeydi. Gerçi bu dönüşümün ilk izleri katıldığı toplantıda görülür. Bir topluluk içindeyken kendi olduğunu, öbür türlü bir gazdan başka bir şey olmadığını düşünür. Sosyalleştikçe kimliğinden uzaklaşacaktır. En azından o öyle düşünür.

Toplantıda bir kızla tanışır. Yürürler, öpüşürler, sevişmeye çalışırlar ama Jaromil'in ayrıntılara takıntısı mevzunun tamamlanmasına engel olur. Hayatında hiç mastürbasyon yapmamış olan bu sabi kardeşimiz, yaşlılığa, ölüme ve çocukluğa dair şiirlerini yazarken bir yandan da kadının gerçek bedenine doğru kaygıyla ilerlerken yüzünü annesinin yüzüne benzetir, hareketleri ve konuşması ressamınki gibidir, kendi olabilmek için öncelikle bunlardan kurtulması lazımdır ama başaramayacaktır. Başka bir kız bulup onunla seviştiği zaman tüm o büyünün dağıldığını görür ve hayallerle dolu dünyasında kızın varlığını sürdürebilmek için cinsellik dışındaki takıntılarını kullanır. Aşkın ölüme kadar giden bir yol olması ve benzeri şeyler. Kızı bunlarla sınamaya kalkar ama daha sonra, şimdi annesi giriyor devreye.

Kız, bir markette çalışmaktadır. Pek eğitimli biri değildir, Jaromil için karşılıklı aşk daha önemliyken anne için büyük bir sıkıntıdır bu. Kızın abisi bir süreliğine geldiği zaman sevişecek ortam bulamadıklarında Jaromil kızı kendi evine çağırır, anneyi uzun sürecek bir ziyarete yollar. Anne döndüğünde parfümünün boşaldığını görür, oğlunun kızla sevişirken kendi kokusunu kokladığını düşünüp tiksinir. Hatta bir gün eve biraz erken dönüp inlemelerini duyduğunda bir bahaneyle odaya girer. Sahilde geçirilen bir günde de herkesin içinde oğlu mayosunu giyebilsin diye bir havluyla perdeleme yapar. Zavallı Jaromil. Annesi yüzünden manyak oldu çocukcağız.

Dördüncü Bölüm ya da Şair Firar Ediyor: Bahsettiğimiz kızın ortaya çıkmasıyla birlikte devrim de Jaromil'in pek yakınındadır artık, değişim çanları çalmaktadır. Hayalleri, hayatı değişmek zorundadır, eğer toplulukla birlikte varlığını duyumsayabiliyorsa kendi yarattığı kişiliğinden uzaklaşmak zorundadır.

"büyük düşler öldürüldüğünde
çok kan akar

Ama kandan korkmuyor, çünkü adam olmak istediğini biliyor, kandan korkmaması gerekiyor." (s. 185)

Kundera, Rimbaud'nun yaşamından edindiği pasajlarla Jaromil arasında bir bağlantı kurar, erkek olmanın yollarında zorlukla ilerleyen iki genç. Yüzüne baktığı zaman bir kızın yüzünü gören Jaromil, markette tanıştığı kızla sevişirken erkekliğin ya tam olduğunu, ya hiç olmadığını düşünmektedir. Hala bir erkek olduğundan emin değildir, babasının resmine bakıp pek tanıma fırsatı bulamadığı adamı özlemesi de bu yüzdendir.

Beşinci Bölüm ya da Şair Kıskanıyor: Anne, cinsel hayatı hakkında oğluyla konuşmaya kalktığı zaman Jaromil'in azarlarına maruz kalır. Öyle ya, Almanlar tarafından öldürülmüş bir babaya duyulan aşk bir ömürlük olmalıdır, kadın nasıl bir başkasını düşünebilir? Oğlunun cinsel yaşamının uyandırdığı tiksinti, kendi cinselliğinin üstündedir ve dehşete düşer, oğluna başka bir şey söylemez.

Xavier'nin Jaromil tarafından yaratıldığını da öğreniriz; hayalindeki adamı yaratmıştır Jaromil. Topluluğun güvendiği adam, kadınları bırakıp gidebilecek kadar özgür, tam bir erkek. Güç ister, bu yüzden sevgilisiyle sevişirken kızın boğazını sıkar ve bir hayatın parmaklarının arasında olduğu fikri pek hoşuna gider. Kızı abisinden kıskanır, adamın yurt dışına kaçmak istediğini duyduğunda hem kıskançlığı, hem dahil olduğu topluluk devreye girer. Kıza abisini ihbar etmesini, gerçek aşkın bunu gerektirdiğini söyler. En sonunda bu işi kendisi yapar, kızı ve abisini ihbar eder. Kızın tek yaptığı abisini ziyaret etmekti oysa, bu kadar. Sonradan bunun gerçek olmadığını göreceğiz. Bu sırada kirli donu yüzünden başka bir aşkı da kaçırır, dönemin ekonomik koşulları dahilinde pek hoş olmayan bir don çeşidi türer ve Jaromil o donu giydiği için sinemacı bir kızla sevişemez. Yine tarihin varoluşsal kullanımına bir örnek.

Altıncı Bölüm ya da Kırklık Adam: Jaromil'in sevgilisi üç yıl sonra hapisten çıkar, kırk yaşında bir adamın yanına gider. Bu adam, uzun zamandır kızın seks partneridir, dinleyicisidir, dostu gibi bir şeydir. Hepimizin hayatında vardır ya öyle, aşırı saygı duyduğumuz, bir ölçüde sevgi de duyduğumuz ve çekildiğimiz insanlar. Evet. Neyse, Kızın Jaromil'e söylediği gibi gelişmemiştir olay; kız abisi yerine bu adama gelmiştir ve bir daha görüşmek istemediğini söylemiştir ama bunu Jaromil'e söyleyemez tabii, piç için fedakarlık yapar ve sonucu üç yıllık hapis olur. Peh.

Adam, kıza Jaromil'in öldüğünü söyler ve kız bir tepki vermez, bir şey düşünmez. Boşluk.

Yedinci Bölüm ya da Şair Can Veriyor: Şair katıldığı bir toplantıda fena papara yer, madara olur. O çok sevdiği ressam, devrimin dayattığı sanat anlayışına uymamıştır ve çöpçülük gibi bir şey yapmaktadır. Adamın biri söyler bunları, Jaromil'e dönek der, sen nasıl adamsın der, git buradan der. Jaromil aşağılanmaya gelemez, adama yumruk atmaya kalkar. Lan sen kimsin. Adam bunu hediye paketi gibi katlar, bağlar ve balkona atıverir. Bu dangalak orada soğuk yer, hasta olur ve ölür.

Bir düello sonucu ölen Lermontov'la aynı konuma yerleşmiştir Jaromil, onun gibi onurunun peşinden gitmiştir ve onuru için ölememiştir. Rezil olarak döner evine, vereme yakalanır. Rimbaud mezarındadır, Wolker mezarındadır, Lermontov da öyle. Anneyle son karşılaşmada Jaromil anlar ki sevdiği tek kadın annesidir. Ana rahmine dönüşün huzuruyla gözlerini kapar. Kapayamaz, pardon, Xavier'nin kendisini bırakıp gittiğini görür ve kadın olmadığını haykırır. Ölürken bile kimliğinden yoksundur, pek yüce bir şekilde ölemez, hayal ettiği ve şiirlerine yansıttığı ölümün pek uzağındadır.

Böyle. Anne, aşk, şiir, toplum, kadınlar, ölüm, katman katman bir roman. Sezin dedi de okudum, yoksa kütüphanede kalacaktı öyle. Yaşamın başka yerde aranması güzel ama bakılacak çok yer var, bir şeyleri yitirme yolculuğu olur ancak. Jaromil için öyle oldu.

Alice in Chains yine bu aralar, bir de Ulver. Mevsim kış, kar geliyor, bunaltı dört nala.