29 Nisan 2015 Çarşamba

Dezső Kosztolányi - Gecekuşu Kornelius

Karnaval metin diyeceğim bunlara, şimdi uydurdum. Pek severim. Kurgunun ne hale gelebileceğini gösteren güzel bir metin şeklidir. Anlatıcı parçalarını birleştirmek gerekir, kurgunun deliklerini kapatmak gerekir -gerek öykülerle, gerek okur olduğumuzca okurla- falan. Bu da böyle bir metin işte. Harika. Muhteşem. The Grand Budapest Hotel hızında değil, tadında. Eğlenceli, acı, tekmili birden!

David Foster Wallace'ın bahsettiği verici yazar tanımı Kosztolányi'yi tam olarak karşılıyor. Kuramcılar buna bir isim bulmuştur mutlaka, bilemiyorum ama adam yazarken yaşadığı hazzı okura olduğu gibi aktarmayı beceriyor. Eğlenceli kelime oyunlarının ve daha pek çok enerji dolu mevzunun oluşturduğu öyküler. Goodreads'te bir kardeşimizin yazdığını direkt alıyorum, bundan güzel özetlenemezdi: "When I first opened this book I was expecting a type of 1930s 'Fight Club', with a Hungarian Tyler Durden causing mischief on the streets of Pest. But what I got instead was a sort of surreal Hungarian 'Seinfeld' with Dezso Kosztolagnyi and his alter ego Kornel Esti sitting eating soup and talking about well, nothing (though with slightly more emotional depth). And it is five different kinds of brilliant. The writing on its own is worth the price of admission, many of Esti's short stories often are set on trains, trams or Budapest coffee houses with other writers and mischief makers, just hanging out. One of the better stories has Esti on a train travelling through Romania having a conversation in a language he doesn't understand (a plot line which would have happily filled a half hour episode in 'Seinfeld). In fact you could almost play a game Kornel Esti or Seinfeld?

(...)

This book may have been first published in the 1930s, but this has to be the best book of 2014."

Seinfeld'in filmi geliyor, onu da araya sıkıştırayım. Çete son bir film için toplandı!

Her şey olur, her şey mümkündür, her bir insan ayrı bir panayırdır ve bir araya gelen iki insandan sonsuz sayıda dünya türeyebilir. Eh, Kornelius ve anlatıcımızdan çıkan hikâyelerin her biri müthiş, bambaşka tatlar taşıyor.

Mevzu nasıl başlamıştı, ömrünün yarısına gelen anlatıcının bir anda Kornelius'u hatırlaması, on yıldan beri en yakın dostunu görmemiş olması tetikleyicidir. Alter ego Kornelius, anlatıcının gerileme dönemini yaşadığı bir zamanda, belki, ortaya çıkar ve onca yıldan sonra iyi dostlar bir aradadır. Hatıralar bir bir saklandıkları yerlerden çıkar, muziplikler akla gelir. Anlatıcı son derece mantıklı biriyken Kornelius'un getirdiği kaosla çocukluğundan itibaren uğraşır, kaos onun da bir parçası olur. Tabii bir süre sonra bu sonsuz hareket yavaşlamaya başlar ve yollar ayrılır. Sonsuz dedik, Kornelius ortaya çıktı işte. Çok şey yaşamış, çok yer gezmiştir ve bunları kaleme almak ister ama kendisinde o sabır yoktur. Anlatıcı da Kornelius'un yokluğunda yaşadığı sakin hayattan çıldıracak hale gelmiştir. Biri sadakattir, diğeri uçarılıktır. Biri yazmak, diğeri yaşamaktır. Bu ikisini aynı anda yapan tek kişinin Goethe olduğu söylenir, ikinci bir kişi neden anlatıcı olmasın?

Öyküler... Anlatarak katletmek istemiyorum ama bir iki şey söyleyebilirim. Kornelius'un çocukluğu, sanatçı çevresiyle birlikte kadın-erkek ilişkileri, yukarıda bahsi geçen tren olayı. Birbirini anlayamayan iki adamın iletişim çabası. Sırf doğruların söylendiği kent mesela, sonra... Ne diyeyim, mutlaka alın. Deli flanör Kornelius ve sanat, edebiyat, kentler, insanlar... Saf yaşam! 

"Yaşamda olsun, sahnede
ışığı dolanmak gerek
her şey gibi ol,
sen ey hiç.

(...)

Yani boş ol sen ve hafif,
hafif, ebedi oyuncu
gören, ama uzakları gören
rengârenk dalgalanan yüz sözcüğün
ipeğiyle, bayrak gibi
ya da sabun köpüğü yukarıda,
rüzgârlar arasında, gökyüzünde,
ve yaşa yaşadığınca ruh,
güzellik ya da kaprisler
çünkü -Tanrı ben- ben de,
ben de salt onca yaşayacağım

Git derinin üstüne dönenmeye
sarınıp, oyun oynar havalarda,
ol işte, hiçbir şey gibi
sen ey her şey." 

Hiç yapmadığım bir şey yapıp link de veriyorum, okumanızı isterim gerçekten: Gecekuşu!

Bu da bu güzel kitabın duygusunu en iyi veren şarkı!

28 Nisan 2015 Salı

Neil Gaiman - Yolun Sonundaki Okyanus

Gaiman'ı pek severim ama merkeze fantastik diyarları, yaratıkları aldığı hikâyelerinden sıkıldım sanırım. Duvarın arkası, kapının ötesi başka bir dünyadır, elbette süper ama bana karakter ver, sıkı kurgu ver Gaiman. Sandman, American Gods ve hatta The Graveyard Book sevenler için eh işte bir kitap bu. Gaiman hayranları her türlü sever gerçi, aradıkları her şey var. Benim için de güzel bir yol kitabı oldu.

Yaşını başını almış diyebileceğimiz anlatıcımız, bir cenaze töreni için doğduğu şehir olan Sussex'e döner. Yıllar geçmiştir, ne yapacağını bilemez. Arabasıyla dolanırken istemsizce bir yere yönlendiğini fark eder. Eski evine gitmektedir, artık olmayan bir eve. Yedi yaşının uzak hatıralarını takip eder ve eski bir evin önünde durur. Bayan Hempstock karşılar anlatıcıyı, yıllar sonra birbirlerini hatırlarlar ve anılar birer birer dökülmeye başlar, anlatıcı olayları hatırlamaya başlar. Geçmişini arayan bir adamın izinden giderken bir anda yedi yaşında bir çocuğun dünyasına gireriz. Ayrıntılı hatıralar karşılar bizi, insanın mutluluğa en çok yaklaştığı, en çok anlam verebildiği zamanlardan güzel hatıralar. Bir noktaya kadar. Bu çocuğumuz pek mutlu olmasa da idare ediyor, hayatı kitaplar arasında geçiyor genelde. Pek arkadaşı yok, hatta doğum gününe kimse gelmiyor. Öyle bir çocuk işte.

Anne baba iyi, ablayla çekişmeler tamam, doğum gününde hediye edilen kedi güzel. Her şey yolunda, ta ki ailenin maddi gücünün azalmasıyla birlikte sıkıntılı günlerin gelişine kadar. Aile çocuğun odasını bir oduncuya kiralar, arabasıyla çocuğun kedisini ezen kaba adama. Bu adam bir müddet sonra ölü olarak bulunacaktır, bir sürü eski para ve aileden çaldığı araçla. Garip bir olaydır aslında; adam arka koltukta patlıcan gibi morarmış bir haldedir. Ölüm nedeni bulunamaz, ya da kalp krizi falan diyorlardı galiba. Neyse, önemsiz zaten. Önemli olan Lettie'yle bizim çocuğun tanışması.

Lettie, annesi ve ninesiyle birlikte civar bir çiftlikte yaşıyor, uzunca bir süredir oradalar. Bayağı uzunca bir süredir. Metnin başlangıcında Lettie Atlantis'ten geldiklerini ima eder, nineyse Büyük Patlama'ya kadar geriye gider. Evrenin kaynağı bilinmeyen kadim güçlerindendir bu aile, Dünya'ya yerleşmişlerdir zamanın birinde. Gök o zamanlar mavi-yeşil değil de kırmızı ve griymiş falan. Satır aralarında ne kadar eski olduklarına dair bir şeyler çıtlatıyorlar, bizim çocuk da çok normal şeyler konuşuyorlarmış gibi dinliyor onları. Ne kadar çok şey öğrendiyse unutması da o kadar çabuk oluyor, büyüdüğünde hiçbir şey hatırlamamasının sebebi de bu.

Lettie, olaydaki garipliğin farkına varıyor ve sebebi araştırmak üzere çocuğu -Jim diyelim- yanına alıyor, çiftliğin sınırları içindeki bir gölün öbür ucundan başka bir dünyaya geçiyorlar. Tipik. Gök turuncu, acayip canlılar falan var. Algının ötesindeki bir dünya, perdelerden birinin arkası. Lettie için okyanus kadar büyük olan gölün bir gizem taşıdığı söylenemez böylece, o türden varlıklara göre fiziğin farklı yorumları oluyor tabii.

Bu para olayı vardı ya, insanları kullanmak için yaşlı bir varlığın oyunu olduğu ortaya çıkıyor. Öte dünyada kötü varlıklar çok, onları geri göndermek çiftliktekilerin işi. Lettie, Jim'e elini bırakmamasını söyleyerek varlıkla konuşuyor ve yaptığından vazgeçmesini söylüyor. Bir ara Jim, kızın elini bırakıyor ve o an ayağında keskin bir acı hissediyor. Bir solucan giriyor ayağına, yaşlı varlık kovulduğu sırada. Sonrası tahmin edilebilir, yaşlı varlık çocukla birlikte bilinen dünyaya dönüyor, çocuk bakıcısı kılığında eve gelip Jim'e musallat oluyor, Jim'in babasını ayartıyor falan. Dehşet dolu bir dünya, neyse ki Lettie mevzudan haberdar olup çocuğu kurtarıyor. Buraya kadar tamam, bir sonraki olay Leş Yiyiciler miydi, öyle bir şey. Tam o pis kadından kurtulduk derken bu sefer bunlar çıkıyor ortaya, bakışlarınızı kaçırdığınız anda imgelerinin zihninizden silindiği, karga benzeri yiyiciler. Her şeyi yiyebilirler. Kadim varlıklar, evrenin dokusu, beyin, dalak, kelle, paça. Jim'i de yemek isterler çünkü öbür taraftan bir iz kalmıştır bedeninde ama Lettie kendini feda ederek çocuğu kurtarır. Göle bırakırlar kızı, iyileşip bir gün tekrar ortaya çıkacağını umarlar.

Çocuk büyür, oradan uzaklaşır, büyüdüğü ev yıkılır falan. Sonra ara ara çiftliğe döner ama döndüğü zamanları unutur, her seferinde. Oradan bir türlü uzaklaşamaz, o da Lettie'yi beklemektedir aslında.

Böyle bir şey, şimdi fantastik mevzulara gelelim. Hempstock'lar kadim bir aile, orası belli. The Graveyard Book'ta ailenin bir üyesine rastlamak mümkün. Bir ölçüde gerçeklik içeren fantastik öğeleri pek severim, Gaiman okumayı bırakamamamın sebebi bu galiba. Neyse, şunu diyecektim, çiftliğin kayıtlarına Fatih William'ın zamanındaki toprak reformu belgelerinde rastlamak mümkünmüş. 1000 sene evvelki mevzu bu. Başka, şarkı olayı var. Ad olayı var. Adın bağlayıcılığına yer verilmesi hoşuma gitti. Gerçekten bir varlığın adının gücüne inanırım, kadim bir inanıştır. Bir New Age boku gibi dursa da gerçeklik payı vardır bence. Şarkı da şey, "Daha dün annemizin" melodisiyle söylenen. Bağlama büyülerinde, yaratımda ve pek çok şeyde kullanılır. Dili kadimdir, İlk Dil'dir, varoluşun dilidir.

Çocukluğun soğuk geceleriyle, umutsuz günleriyle saf iyiliğin kesişmesidir bu hikâye. Güzel. Bir iki alıntıyla bitiriyorum.

"Efsaneleri severim. Ne yetişkinler için ne çocuklar için yazılmışlardır. Bu tür ayrımların ötesindedirler. Neyseler odurlar." (s. 53)

"'Sana çok önemli bir sır vereceğim: İçlerine baktığında yetişkinler de yetişkin değildir. Dışarıdan, büyük, düşüncesiz veya ne yaptıklarını bilen kişilermiş gibi görünebilirler. Ama içleri çocukken nasılsa öyledir.'" (s. 112)

Shirley Jackson - Tepedeki Ev

The Haunting of Hill House. Stephen King'in dediği: "Tepedeki Ev'e adım atmak, bir delinin zihnine adım atmak gibi... Ürkmeye başlıyorsunuz."

Shirley Jackson, 48 yaşında uykusunda geçirdiği bir kalp kriziyle hayata veda edince ardından pek çok şey söylenmiş. Cadı, okültist, falan. Oysa nevrozlu, sigara bağımlısı, şişman bir kadın. Psikosomatik etkiyle ölmüş olabileceği söyleniyor, neyse. Yarattığı ev pek çok yazara esin kaynağı olmuştur sanıyorum, gerçekten ürkütücü. Hayaletlerle makul ölçüde bir ilişki var ama evin mimarisi, çalışanları falan derken kafayı yememek elde değil. Evin doğasıyla ilgili büyük sıkıntılar var. Güç çizgilerinin üzerine yapılmış olabilir, yapımında facialar yaşanmış olabilir, bilinmiyor bunlar. Bilinmeyenin korkusuyla psikolojik cortlamayı birleştirin. Of.

Filmi vardı bunun, çocukken izlemiştim. Kadro güzel, film de güzel ama o yaşlarda izlenen her korku filmi güzel zaten. IMDb puanı çok düşük. Kitaptan biraz daha farklı bir de, olayın psikolojik boyutu üzerinde pek durulmadan hayaletlerle çekişmelere ağırlık verilmiş.

Dr. John Montague, felsefe doktoru ve antropolog, ömrünü paranormal hadiseleri araştırmaya adamıştır ancak pek bir şey de bulamamıştır açıkçası. Bilim çevrelerinde adı küçümsemeyle anılmaktadır falan. Sonra bu evi bulur, üç aylığına kiralar. Ev sahibinin yeğeni olan Luke, kadroya ek kontenjandan yerleşir. Diğer iki denek başından doğaüstü olaylar geçen kişiler arasından çıkar. Eleanor Vance, 11 yıl boyunca baktığı annesi ölünce sudan çıkmış balık gibi kalakalır. Ablası ve eniştesiyle leş bir ilişkisi vardır, bu fırsat çıkınca onlardan kaçarcasına ayrılır -ortaklaşa aldıkları arabayı da yürütür- ve mekana doğru yola çıkar. Diğer kız Theo, böyle son derece neşeli bir kardeşimiz.

Nell diyeyim bundan sonra, Eleanor'un eve gelmek üzere yaptığı yolculuk pek ilginç. Önce zakkumlarla dolu bir tarla görür. Onca griliğin arasında parlayan bir krallık gibi. Zakkumların arasında gezinirken önüne bir saray çıkacağını düşler, hayal aleminde dolanır bir süre. Sonra gülümseyip her şeyin griye dönüşeceğini düşünür ve bir gün zakkumların sırrını çözmek için kendine söz vererek oradan ayrılır. Mola verir, molada küçük bir kızla ailesinin çekişmesini görür. Kız ailesine yıldızlı fincanı olmadan bir şey içmeyeceğini söyler, ailesi diretir. Nell kızı takdir eder, farklılıkların ortadan kaybolmaması gerektiğini, yoksa ailesinin güdümüne gireceğini düşünür. Kız mevzuyu anlamış gibi Nell'e dönüp gülümser. Valla bu Nell bir yuva arıyor açıkçası, annesiyle geçen 11 yıldan sonra kendine ait bir şey arıyor, farklı bir şey. Kimsenin kendisine ne yapıp ne yapmayacağını söyleyemeyeceği bir yer. Bulacak böyle bir yer, eve varıyor en sonunda.

Evde çalışan uşaklar cins, bir öleceklerini söylemedikleri kalıyor. Hep aynı şeyleri tekrarlıyorlar. "Akşam oldu mu burada durmayız. Kahvaltı onda. Sofrayı şu vakitte toplarız. Hizmetçiniz değiliz, evin bakıcısıyız sadece."

Dördü kaynaşır, sonra mevzular başlar. Duvarlardan gelen sesler, evin etrafındaki patikalarda yürürken hortlaklı alanlara girmeler gırla. Tipik bir hayalet öyküsüne benziyor ama öyle değil, Jackson'ın en büyük başarısı olayın psikolojik boyutunun hayaletlerden daha çok germesi. Mesela Nell bir gece, "Tamam anne, geliyorum!" diyerek uyanıyor. Duvardan gelen ritmik sesi annesinin çağrısı sanıyor, sonra bir bakıyor ki evde. Bir de el tutma mevzusu var, paranormal hadiseler gerçekleşirken Theo'nun elini tuttuğunu sanıyor ama Theo başka bir yerden çıkıyor sonra. Öf, acayip gerilmiştim.

Nell'in perspektifinden görürken bir süre sonra ev ağırlığını koyuyor, sonda tekrar Nell'e dönüyoruz ama baştaki Nell değil artık o, başka biri. Herkes bir ölçüde değişiyor aslında ama en büyük darbeyi Nell alıyor. Sürekli kendisine ihtiyaç duyulduğu hissinden kurtulamıyor, evden gelen, "Nell, yardım et!" mesajları da kafayı cortlatmasını hızlandırıyor. Hayatını yaşamak isterken tekrar aynı konumda buluyor kendini, sanki sürekli birine bakmak zorundaymış gibi. Bu durum arkadaşlarıyla olan ilişkisini de bozuyor, hezeyanlara kapıldıkça onları korkutuyor ve tehlikeye atıyor. En sonunda şutluyorlar Nell'i evden, o da arabasını ağaca vuruyor. Vurmadan önce neden kendisini durdurmadıklarını düşünüyor falan. "Bunu neden yapıyorum?" diye soruyor sürekli, üstelik ilk kez kendi başına bir şey yapmasıyla ilgili onca heyecanlanmışken, ucunda ölüm olsa bile. Tepedeki Ev - Nell'in Yolu.

Ev hakkında bir iki şey. Mimari ilginç demiştim, ev eğik. Birkaç derecelik eğimler var, farklı doğrultularda. İç kulak dengeyi bir türlü kuramıyor, beyin için ne büyük bir işkence! Odalar dairesel bir sistemin içine ve etrafına kurulu, her oda bir diğerine açılıyor ve kapılar açık bırakılsa bile kapanıyor bir süre sonra. Eşyalar kayboluyor, bir şeyler oluyor falan. Usher Evi gibi, ev canlı. Tarihi de var. Zamanında Hugh Crain diye biri yaptırmış evi, iki kızı ve eşiyle buraya taşınırken bahçeye girer girmez eşin atı hoyhoylanmış ve genç kadın düşüp ölmüş. Sonra adamın iki yakası bir araya gelmemiş. Kızlar büyümüş, cici anneleri birer birer ölmüş. Bu Crane nam şahıs da az psikopat değilmiş, ethica yazmış bir tane ama küçük kızları için pek uygun değilmiş açıkçası. Kendi kanıyla damgalamış, cehennem alevleriyle ilgili bir şey söylemiş. Kızlar iyi delirmemiş. Gerisi bir dünya entrika ama ta o zamanlardan evin içinde birinin yürüdüğü, gece vakti eşyaların kaybolduğu oluyormuş. Şununla bitireceğim: "Akıl sağlığı yerinde olmayan Tepedeki Ev, tepelerin karşısında tek başına yükseliyor ve karanlığı içinde tutuyordu. Seksen senedir böyleydi bu, bir seksen sene daha durabilirdi. Duvarları dimdik yükseliyordu, tuğlaları düzgünce yan yana dizilmişti, döşemeleri sağlamdı ve kapıları sağduyulu bir şekilde kapatılmıştı. Sessizlik, Tepedeki Ev'in tahtalarıyla taşlarının üstünde muntazaman uzanıyordu ve orada gezinen her ne ise, tek başınaydı." (s. 9)

23 Nisan 2015 Perşembe

Baruch Spinoza - Ethica

Evet, biraz sonra çok ilginç şeyler olacak. Efsane unutkanlığımla felsefeye el attım. Şimdi gerçekten anlamayan adamlığı oynayabilirim.

Spinoza'nın aforoz edilmişliği vardır, basılı bir eseri yokken. Tanrı'yı panteist denebilecek bir çizgide değerlendirdiğinden olabilir. Yaşadığı dönem daha pek aydınlanmadığından Tanrı eli sopalı bir adam olarak görülüyor ve O'na ulaşılması yerine O'nun gazabından kaçılması tavsiye ediliyordu. Bu o dönemde ne kadar tavsiye oluyorsa işte, anlayın. Spinoza Tanrı'yı başka bir düzleme oturtur. Descartes'ın tümevarımıyla, ruh ve beden düalizmiyle ulaştığı Tanrı'yı her şeyin ve kendi kendisinin nedeni olarak değerlendirir. Varolan her şey ya töz olarak kendi başına vardır ya da başka bir şeye bağlı olarak. Töz biriciktir, kendinde olandır ve başka bir şeyle ifade edilemez. Tözün doğru olmaması gibi bir fikir saçmadır, Spinoza için bu, "doğru bir fikrin yanlış olup olmadığını merak etmek" gibidir. Tanrı'nın sınırsız, sonsuz özünü ve sıfatlarını ifade eden töz, zorunlu olarak vardır. Doğası gereği. Her neyse, bu ve diğer ispatlar yapılmadan çok önce dönemin uluları celallenmiştir ve Spinoza ocak dışında bırakılmıştır. Kendi halinde bir emekçi olan, cam üretip satan bir adam herkese karşı. Hak bildiği yolda yalnız yürümüş, özgürlüğünün kısıtlanacağından korkup teklif edilen profesörlüğü bile reddetmiştir.

Geometrik yöntemle kanıtlanmış beş bölümlük ahlak. Spinoza, okura garip görüneceğini tahmin ettiği bu yöntemi epistemoloji, fizik, ahlak vs. hakkındaki düşüncelerini sistemli hale getirip kesin kanıtlara ulaşabilmek için kullandı. Tümdengelimle açımlamalar yapıldığında bu yöntem cuk oturur, her şeyin ilk nedeninden yola çıkılarak insanın tekamülüne uzanan bir yola dönüşür. İnsan, varlığın en üst bilgisine ulaşırsa sonsuz mutluluğun kapılarını da aralamış olur. Spinoza, insanoğluna bir anlamda kurtuluşu da göstermektedir. Tanrı'nın izinde duygular, zihin, akıl ve yaşam bir bir çözümlenir. Tabii Tanrı'yı aşkın bir varlık olarak görmemek lazım. Tanrı doğadır, Spinoza'nın terimiyle Natura Naturans. Tanrı'nın nitelikleriyle özdeş bir doğa. Natura Naturata ise edilgin doğadır, tözün sıfatlarının bir yansımasıdır. Biri etken, diğeri edilgendir. Bu ikisi bir araya gelince bildiğimiz evren oluyor işte. Kafam karıştı lan dur.

Beş bölümden ilki Tanrı. Yukarıda birkaç şey söyledim, kaldığım yerden devam. Her şey Tanrı'dadır ve O'nun özünden zorunlu olarak çıkar. Bölümlenebilen doğa, her parçasında Tanrı'nın bir parçasını taşımaktadır. Tanrı, bunların nedeni olsa da bunlar Tanrı'nın özünün bir parçasını taşımalarından başka bir varoluş içermezler, bunun nedeni varoluşun Tanrı'ya özgü olmasıdır. Oldu mu? Yani buradan yola çıkarsak Tanrı iyi veya kötü değildir, tarafsızdır. Doğa amaçsızdır. Bunun üstünden Spinoza, metinde birçok yerde yaptığı gibi, bizdeki "7.4 yetmedimi?" mantığının eşine sahip olan dönemin din adamlarına bir temiz geçirir. Nedensellik, Spinoza için birbirini etkileyen sonsuz nedenler denizidir, etkin bir mantığın ürünü değildir.

İkinci bölüm Zihnin Doğası ve Kökeni. Düşünce, Tanrı'nın bir sıfatıdır, haliyle sınırsızdır. Yer kaplamak da öyledir. Beynim yanacak, özü veren şu sayfayı koyayım:


Buradan da zihin-beden birliğine varıyoruz, Descartes'tan ayrılan bölüm. İnsan zihnini kuran fikrin nesnesi bedendir, bedenimizin durumlarına ait fikirler zihnimizdedir, öbür türlü bu da Tanrı'ya ait olacaktı ki bölümlerin Tanrı'nın varoluşunu taşıyamayacağını söylemiştim. Söylemişti. Spinoza. Bu kanıttan yola çıkarak cisimlere, doğanın bir parçası olan bireye ulaşırız. Bütün cisimler hareketli veya hareketsizdir, hareketli olanlar diğerlerine göre daha hızlı veya daha yavaştır. İnsan bedeni cisimlerden meydana gelmiştir -o zamanların bilimiyle böyle adlandırmaları normal bence, bilim ne kadar ilerlemişti de, terimler ne kadar ortaya çıkmıştı da, falan- ve bu cisimlerin bazıları sıvı, bazıları katı, bazıları da gazdır. En önemlisi, her bir cisim bir diğerini etkiler. Nedenselliği hatırlayın. Etkileşimdir olayın özü, zihin ve beden etken olduğu kadar edilgendir de. Dış cisimler bedeni etkiler, zihinde değişme yaşanır ve bu ne kadar artarsa o kadar iyidir. Tabii bu ikisinin birbiriyle olan ilişkisi de önemli. Zihin, bedeni bilmez. Tanrı'nın iki fikri olmaları dolayısıyla bağlantılıdırlar. Şu da var: "Zihin bir şeyi doğanın genel düzenine göre algılarsa, ne kendisi hakkında, ne kendi bedeni hakkında, ne de dışındaki cisimler hakkında tam bir bilgi sahibi olabilir, bu şeylerle ilgili ancak bulanık ve bölük pörçük bir bilgisi olabilir." (s. 118) Yani arkadaşlar, bir şeyi yaşamadan, deneyimlemeden bilemeyiz. Bize beden lazım. Evet. Tanrısal töze bağlı bir zihin ve beden birlikteliği, insandır işte. Bayağı, bildiğimiz.

Üçüncü bölüm Duyguların Kökeni ve Doğası. Zihnin bire bir fikirleri önemli. Spinoza'ya göre bütün duygular keder ve sevinçten doğar. Keder edilgen bir duygudur, sevinç etkin.

Bundan sonra çok genel gidiyorum.

Zihin ve beden birbirini dışlamaz, bedenin etkenliği azalınca zihninki de azalır. Bu yüzden zihin, etkinliğini üst seviyede tutmaya çalışır, bir anlamda mutluluğu sağlamak için çalışır, bir anlamda varlığın sürmesi için çalışır, bir anlamda iyiyi bulmak için çalışır. Bu iyi nedir peki? Valla çeşit çeşit insan var, zihin var, iyi ve kötü görecelidir, değişir. Arzulanan şey iyidir, zihin için. Zihin etkendir çünkü. Şehvet, hırs, kıskançlık gibi duygular edilgendir, üretilir. Bunlar adamı katil eder. Lütfen biraz dikkat edelim. Ha, bir de conatus mevzusu var. öz, zihin-beden, her neyse işte, varlığın doğası gereği devamlılığı içerir, intihar insanın dış etkilere karşı yenilmesi sonucu ortaya çıkar. Evet.

İnsanın Esareti ya da Duyguların Kuvveti. Zihinde direkt bir bilgi yoktur, zihin yansıları anlamlandırmaya çalışır. İyi-kötü bu şekilde ortaya çıkıyordu, bunlar da duygularla ilişkiliydi. Heh, Spinoza'ya göre duygularını denetleyemeyen insan esaret altındadır, kaderin boyunduruğundadır. İnsan için erdemle donanmak, kendisi için en iyiyi arama çabasıyla birlikte başlar. Aklın kılavuzluğunda elbette. Bu noktada üç tür bilgi olduğunu belirtir Spinoza, birinci tür bilgi duyusal bilgidir, halk arasında cognitio primi generis olarak da bilinir. İyiliğe yönelmede yetersizdir. Asıl önemli olan ikinci ve üçüncü tür bilgidir. Bunlardan ikincisi çıkarımlar sonucunda oluşan bilgidir, bilimsel bilgi dersem saçma bir şey demiş olur muyum? Doğayı açıklamada en yetkin bilgiyse üçüncü tür bilgidir; sezgisel bilgi. Bu bilgi, bizi Tanrı'ya yaklaştıran bilgidir. Erdemle donatan, mutlu eden, iyiliğe yönelten, algı ötesi bir bilgi. Bundan bir tane satın alıp yatmadan yedire yedire yüzünüze sürün, dört haftada farkı hissedeceksiniz.

Aklını kullanan insan ne yapar, kendi kamiliyetini -böyle bir kelime varsa- başkalarında da görmek ister, mal mülk derdine düşmez, herkesin iyiliği için çalışır. Marksizm'in temellerini görebilmek mümkün. İnsan çeşit çeşit esaret altına girmektense özgür olmaya çalışır, tabii özgürlük adı altında nedenselliğin nedenini anlamazlıktan gelerek olmaz bu. Hobbes'un tüm gücü devlete verme fikriyle de olmaz. İnsan ne ederse yine kendi eder kardeşim.

Son bölüm de nasıl süper bir insan oluruz, onun üzerine. Yine iyi özet geçmişim, her sayfaya iki üç işaret koymuştum normalde. Okuyalım arkadaşlar, pek çok muhterem şahsı derinden etkilemiş bir filozof emmimizdir Spinoza, hayatlarımız hakkında çok mühim şeyler söylemiştir.

Terry Pratchett - Johnny ve Ölüler

Johnny Maxwell ve arkadaşlarının başı değişik olaylardan bir türlü kurtulmuyor, bu sefer ölüler çıkıyor ortaya. Mezarlığı AVM veya ona benzer bir şey yapmak için satın alan canavar bir şirketle savaşan birkaç çocuk, ölülerin özgürlüğü keşfedip satışı koymalarına rağmen ellerinden geleni yapıp mezarlığı kurtarmaya çalışıyor. Deli kız yok, onun dışında kadro aynı.

Johnny'nin sürekli kavga eden ebeveynlerinden kurtuluşunu öğreniyoruz önce, annesi ve dedesiyle birlikte yaşıyor artık. Ebeveynleri mantıklı insanlardı; kavga etseler bile Johnny'nin duymamasına çalışıyorlardı ve çoğunlukla başarısız oluyorlardı. Sonra babanın oğluyla iletişim kurma çabaları vardı, o da oldukça başarısızdı. "Artık herkes sağduyulu davranmayı bıraktığından, her şeyin yoluna girebileceği gibi muğlak bir his vardı ortamda." (s. 9) Pratchett'ın bu olayı bağladı beni, mevzu akarken bir anda böyle cümlelerle karşılaşıyorsunuz. Sağlıklı bir aileniz varsa bu kadar etkileyici olmayabilir tabii. Neyse, oyuna dede dahil oluyor. Johnny'nin dedesi televizyonun başından kalkmayan, torunuyla pek az konuşan bir adam. Bu kitapta kendisini pek göremesek de üçlemenin son kitabında ön planda olacak.

Mezarlık diyorduk. Johnny ve arkadaşları mezarlığa gider, Jon -diyeyim artık, bizim zavallı Snow gibi- barakaya benzeyen mezarlardan birinin kapısını çalar, sonra bir daha çalar ve kapı açılır. Jon'dan başka kimse bunu görmez, ölüleri kimse görmeyecektir. Jon'ın görmesinin sebebi de kendi ifadesiyle "kafasının çok karışık olması". Hiçbir şeyi bildiğini düşünmez, bildiklerinin gerçekliğini sorgular, böyle bir velettir bu. Neyse, ölüler yavaş yavaş ortaya çıkar ve mezarlarının -evlerinin- yerine bir AVM falan kurulacağını öğrenirler. Jon'ın görevi bu mevzuyu engellemektir ama dört küçük çocuğun yapabileceği pek bir şey de yoktur aslında, büyüklerle çalışmaları gerekir. Onları gazlarlar, küçük şehirlerinin devasa şirketlerce değiştirilmesine karşı çıkan büyükler mevzuyu engeller, hatta bir gece vakti mezarlığa girmek isteyen buldozere bile engel olurlar. Gerçi bizim çocuklar engel olur önce, Bigmac dayak yer bu uğurda. Kabaca böyle.

Ayrıntılar, Pratchett'ın büyüsü burada. Ölülerden biri Einstein'la akrabadır, biri Marx ortaya çıkmasa onun yerine manifestoyu kaleme alabilecek bir adamdır falan. Bir de Bay Grimm vardı, o kötüydü. Ölülerin ölü olarak kalması gerektiğini, Jon'ın tam bir baş belası olduğunu ve başlarını derde sokacağını söyler. Bu ölüler ipin ucunu koparır gerçekten; yazısız kurallara uymaları gerekir. İlahi kurallardır bunlar, mesela o büyük gün geldiği zaman mezarlarında olmaları gerekir ama yıllardır orada beklemekten canları sıkılmıştır, Jon'ın getirdiği gazeteler, radyolar ve TV'ler ölüleri kesmez, daha cüretkar olurlar ve canlıların dünyasına girerler. Şey çok komik bir de; kıyametin sabaha karşı kopacağını bildikleri için dünyanın etrafında dolaşırlar, saat hep gece yarısını göstermektedir. Bu dünya turuna mucit ölülerden birinin elektrik hatlarını kullanmayı bulmasıyla çıkarlar.

Başka, şey muhabbeti. Özürlü yerine zihinsel engelli demek makbuldür ya, ölüler de kendilerine hayalet denmesinden hoşlanmadıkları için çocuklar başka isimler bulurlar. Yaşlı-ötesi vatandaşlar. Nefessel açıdan engelliler. Dikey açıdan dezavantajlılar. Buna güldüm dsfd.

Bir yerlerden karşınıza enerjinin korunumu kanunu çıkabiliyor, idealist felsefeyle de karşılaşabiliyorsunuz. Eşyanın da bir ruhu olduğunu söylüyor Einstein, radyonun halesine getirdiği açıklama bu. Bir de o mutlak denge. "'Yaşayanların hatırlaması, ölülerin unutması gerekiyor.'" (s. 188) Mezarlık yerinde kalır ama ölüler orada durmayacaktır artık, hepsi kendi yolculuğuna çıkmaya başlar. Birini Kharon alır, biri ışıklar içinde göğe yükselir, bilmem ne. Yaşayanlar için, Spinoza'nın dediği gibi -öhm- ölüm değildir mevzu, aklın o parıltılı anına ulaşmaya çalışmak, yaşamaktır. Ölümün üstesinden gelinebilir, öleceğimize inanmasak bile mezarlıkların varlığını sürdürmesi, yaşamımız hakkında neler yapabileceğimiz üzerine düşündürecektir bizi. Yeter, o da ekmek.

Bay Grimm bunların arasında bambaşka bir yerde durmaktadır, yazarın farklı bir yorumlaması. Bu zat gamlı baykuş gibi milletin kafasını ütülemekteydi. Yapmayın, etmeyin, gitmeyin, yasak, ayvayı yersiniz falan. Meğer bu zat intihar etmiş, oradan ayrılamadığı için kimsenin gitmesini istemiyormuş. İntihar ettiyseniz unutamazsınız, hep aynı yerde kalırsınız, hep aynı düşünceye hapsolursunuz. Gibi.

Gayet güzel, yine aralardan bir yerden çıkan bir cümleyle bitiriyorum: "Demokrasi ancak, insanlara nasıl yapacakları söylendiği zaman iyi işler." (s. 136)

19 Nisan 2015 Pazar

Italo Calvino - Zor Sevdalar

Anlık tedirginlikleri diyeceğim, montunuzu asmak için yanda oturan kadını rahatsız edip etmeme ikilemini. Başka, otobüs yolculuklarında ikram sırasında pencere kenarındaysanız yandakinin üzerinden eğilip keki, çikolatayı bir an önce alma telaşı. Loşluğun içinde, insanların arasında göz göze geldiniz, acaba tanışabilecek misiniz? İhtimallerin boğuculuğunda canlı kalma sanatı! Yapacağınız bir hareket öyle hoşa gitmeyecek ki seks o anda sonsuza uzayacak, büyük bir sıkıntıyla. Acaba ne kadar anlaşılabiliyorsunuz, ne kadar anlıyorsunuz, kelimeler yetecek mi, bakışlar ne kadar doğru söyler? Çıkamazsınız işin içinden. Sadece denersiniz veya denemezsiniz. Yollar, ihtimaller diğerlerine açılır. Takıntılı mısınız? Bittiniz o zaman; mantığın parlak ışığında duygularınıza ket vurmak istersiniz. O bilinmeyenin sıkıntısını yaşamadan böyle bir şey mümkün değil.

Calvino'nun öykülerinde ikiliği hissedersiniz; karakterlerinin iletişimle ilgili problemlerinin yanında dünyayı ve diğerini/diğerlerini anlamlandırma çabası arasındaki çıkmaz son kertededir. Her bir insan ayrı bir dünyadır, kısıtlı iletişim yollarıyla onları gözlemleriz, dinleriz, anlamaya çalışırız. Olabildiğince. Katmanlar arasında bir yol açmak pek kolay olmaz. Psikoloji başlı başına bir derttir, statü öyle, can sıkıcı pek çok şeyle birlikte.

Bunlar başarı veya başarısızlık değil, insana bir diğerinin ne kadar uzağında kalabileceğini gösteriyor bu öyküler. Sosyal bir varlığız, bunun ödülüyle birlikte laneti de bizimle birliktedir. Şimdi aklıma mevzuyla alakalı bir kulüp geldi, ben kurmuştum. Fikir düzeyinde benzer sıkıntıları ben de düşünmüştüm. Takıntılı bir insanım. Calvino ne güzel öyküleştirmiş!

İşi Gücü Olmasa Evden Çıkmayacak Olanlar Kulübü

Bir Piyade Erinin Serüveni: Önce basit bir dokunmayla başlıyor, trende yan yanalar. Sonra asker kardeşimiz, ampirik bakış açısıyla bütün yaşamını birleştirir ve kadının da kendisine dokunduğunu düşünür. Sonra ermeyecek bir yolda atılan onca küçük adım -bacak sıkma, yaslanma, yalama falan derim ama şaka, yalama yok- askerin ileri gittiğini düşünmesiyle birlikte sonra erer. Bir titreyiş, özne-nesne arasında kurulmuş hatalı benzerlik bağını koparır, askersin sen asker kal, at dedi bombaları.

Bir Haydudun Serüveni: Gim polislerden kaçarken Armanda'nın evine sığınır. Polis çavuşu evi aramaya gelir, Armanda'yı ve kocası Lilin'in tanıdığıdır. Aslında mahallenin bütün erkekleri Armanda'nın tanıdığıdır. Neyse, Gim tuvalete falan saklanır ve beklemekten sıkılır, çavuşla Armanda fanfinfon edeceklerdir ve beklemeye dayanamayıp tutuklanmak üzere saklandığı yerden çıkar. Gecenin şanslısı Lilin olur, iki erkeğin ortadan kaybolmasıyla yatağına geri döner.

Denize Giren Bir Kadının Serüveni: Eyvah, kadının mayosunun altı kaybolur. Denizin ortasında kalakalır kadın, ne yapacağını bilemez. Hiç o kadar rahat ve rahatsız bir konuma düşmemiştir, bunun ikilemini yaşarken kimliğinin tam olarak farkına varır. Mayo seçimi bir arayışın sonucudur, cezalandırılmanın ve arınmanın arayışında bir çocuktur kadın. Sevişmelerinde kaçamak bir şekilde farkına vardığı vücudunun tamamen farkındadır artık. Vücudunu anlamlandırır ve bunun sonucunda bütün insanları tehdit unsuru olarak görür. Erkekler avcıdır, kadınlar düşmandır falan.

Balıkçılardan biri ve adamın çocuğu kadının farkına varır, sandalla mayo getirirler ve beraber karaya çıkarlar. Kadın için bu ikisinin fark etmiş olması sevindiricidir, başkaları olacağına bunların olmasını tercih eder. Bilinen düşmanlar bilinmeyenlerden iyidir. Bir sırrı paylaşınca aradaki mesafe de ortadan kalkar belki, öyle ya.

Bir Memurun Serüveni: Anlatırsam rezil ederim, en güzel öykülerden biriydi. Bir şey deyip diğerine geçeyim; rutin yaşamımızın pek dışında bir olay gelirse başımıza eğer, o olayı yaşamımıza ne kadar yedirirsek o kadar az acı çekeriz. İnsan bir anda değişmez, neyse odur. Kısmet.

Bir Fotoğrafçının Serüveni: Evet, bir diğer güzel öykü de bu. Sevdiğimiz bir kadını fotoğraf kareleriyle yaratmaya çalışırsak, yani onun varlığını dilimlere bölünmüş zamanın parçalarına hapsedersek her anı çekmemiz gerekir. Sayısız fotoğraf demektir bu. Çekemediğimiz kareler -anlar, mekanlar, uzam desek de olur- de kadının bir parçası olduğuna göre... O zaman hıyar soyun da yiyelim.

Bir Yolcunun Serüveni: Şimdi yol aşığı olmayanlar bunu anlamaz. Arkadaşlar, ben ayda 1200 kilometre yol yapan bir adamım. Her bir yolculuğum altı saat civarı sürer. Bu altı saatin altısını da ayrı ayrı değerlendiririm. Zamanı kullanışım bir yana, mekanı da kendime göre ayarlarım. Perdeden yastık yapmak, yağmurluğumu belli bir noktaya yerleştirmek, yanımda biri oturmuyorsa iki koltuğa sığmaya çabalamak, ikram geldiğinde uyanık olmak, bunlar başlıca hobilerimdir. Unutmadan; Pamukkale'yle yolculuk ederseniz ve siz uyurken ikramı kaçırmışsanız bir post-it yapıştırıyorlar ekranınıza. "Geldik de uyandırmaya kıyamadık, uyanınca lütfen tepenizdeki düğmeye basın da size ikram edelim çikolata falan" tarzında bir şeyler yazanından. Çok tatlılar lan. Neyse, e ne oldu, varacağımız yerden ziyade yol daha önemli mi oldu desem, nasıl desem onu. Yol daha bir sizden oldu, onu diyebilirim. Varışınız elbette mühim, belki sevdiğiniz bekler sizi ki beni Sezin bekler. Dünyanın en süper kızıdır, tanısanız çok seversiniz. Ben sevdim. Yolu da kendime benzettiğim için sevdim.

Öyküden çok kendimi anlattım ama öykü de aşağı yukarı bunu anlatıyor, bir şey kaybetmediniz.

Bir Okurun Serüveni: Adam: Kitapla kadın arasında kaldı. İkisi arasında bir türlü tercih yapamadı, bu sayede kadını kazandı. Kadın: Bir kitaba tercih edilmemek için hırs yaptı, adamı açık açık hacamat etti. Sonunda seks oldu, kitap da adamın elinde kaldı. Ne güzel!

Bir Miyobun Serüveni: Gözlük aldınız, nihayet. Dünyanın çözünürlüğü küçük detayları görebileceğiniz bir kaliteye erişti. Bununla başa çıkmaya çalıştınız, başarılı olup olamadığınız şüpheli. Siz de kasabanıza döndünüz, bildiğiniz yer. Uzun yıllar geçmiş, her yer değişmiş haliyle. Geçmişinizden bir iz aramaya başladınız, bir zamanlar ilgilendiğiniz bir kadını gördünüz. Peşine düştünüz hemen. Sonra bu çözünürlük değişiminin, taktığınız gözlüğün hayatınızın son macerasına yol açtığının farkına vardınız. Çok acı. Dünya değişti, gördüklerinizden korktunuz ve Freud'un "gerileme" miydi, öyle bir şey dediği savunma mekanizması harekete geçti. Cenin pozisyonu almanıza ramak kaldı, bir gözlük yaptı bunu.

Evli Bir Kadının Serüveni: Kadın dünyayla aynı seviyeye gelmek istiyordu, kocasını aldatmak sıkıntı olmamıştı onun için. Aldattığı kişi de önemsiz biriydi zaten. Erginlik duygusu, kadının yaşamak istediği buydu. Sabaha karşı evine geldi, kocası dönmeden eve girmek istiyordu ama dış kapının anahtarını unutmuştu, kapıcının kapıyı açmasını beklerken bir bara girdi. Erkekler. Bir işçi, bir gececi, bir avcı, hepsiyle konuştu. Onlardan biriydi, arada herhangi bir engel kalmamıştı. Evlilik bağı mıydı engel, kocası mıydı? Rahatlığı hissetti sadece, hepsi bu.

Dört beş öykü daha var, özellikle Bir Otomobil Sürücüsünün Serüveni çok hoş. Tavsiye ederim, alın bunu.

Kitaplara uygun şarkılarla devam ediyoruz. Tam Blackfield bir gece bence.

18 Nisan 2015 Cumartesi

Joseph Roth - Eyyub

Job, Eyub, Eyüp, hepsi olur.

İlahi bir hikâye geçtiğimiz yüzyılın başlarında can bulsa, modern yaşamda sebat ve hoşgörü hangi biçimlerde ortaya çıkardı? Tanrı ve toplum hangi noktalarda birleşir, mütevazı yaşamları saran felaketler ve ödüller Tanrı fikriyle nasıl yorumlanır, Mendel Singer'ın göğüs gerdiği felaketlerle şahidi oluruz bunların. Biraz tevekkül, daha da az isyan, çokça sükunet faciaların geçip gitmesini sağlayabilir.

Mendel Singer, Rusya'da kutsal mevzularda çocuklara ders vererek geçimini sağlayan bir keşiştir. Keşiş gibi bir şey daha doğrusu. Eşi Deborah, Mendel'in basit düşünce yapısına zaman zaman karşı çıkan, çok daha derinlikli düşünebilen bir ablamızdır. Mendel'in Tanrı'yla olan derin ilişkisi, her işin Tanrı'ya bağlanmasından ibaret olan yaşamı Deborah için zaman zaman katlanılmaz bir hale gelse de kocasını ve çocuklarını bırakmayı düşünmez. Ailenin sorun çözücü, girişken üyesidir.

Şemaryah, Yonas, Miryam. İlk ikisi zıt karakterli iki erkek kardeştir. Biri ince yapılı, girişken, kafası çalışan bir kardeşimizdir. Diğeri iri, kaslı ve bön denebilecek biri. Miryam'sa ailenin gözü dışarıda olan üyesidir. Askerlerle takılmak için evden kaçar, dedikoduları eve kadar gelir. Hatta bir gün babasına bile yakalanır bu kız. Deborah, çocuklarına iyi bir gelecek sağlayabilmek için çalışırken Mendel çocuklara ders vermeyi sürdürür ve her zamanki gibi işini Tanrı'ya bırakır. Menahim'de olduğu gibi.

Menahim kilit karakter. Ailenin en küçük üyesi. Zeka geriliğiyle doğar, Mendel'in tevekkülüne karşı Deborah çocuğu bir hahama gösterir. İlahi bir mevzu olur orada; haham Deborah'tan çocuğu bırakmamasını ister. Çocuk bir gün çok önemli biri olacaktır. Deborah mutlulukla evine döner, çocuğuna sahip çıkar, öyle ki tek çocuğunun Menahim olduğunu düşünür ve hayatını bu eksende kurar.

Menahim, zavallı yavrucak. Köyün çocukları onu pislik dolu bir fıçıda boğmak isterler, beceremezler. Orasını burasını çekiştirirler, ağlatırlar sürekli. Bu çocukcağızın başına gelen felaketler bir türlü bitmez; askere giden Şemaryah ve Yonas'tan biri -tembel bir insanım- kirişi kırıp ABD'ye göçer, fırsatlar ülkesine. Diğer kardeş cepheden cepheye gider, bir süre sonra izi kaybolur, kendisinden haber alınamaz. Miryam da iyice azıtınca ABD'ye giden oğlanın davetine icabet ederler, Menahim'i aile dostlarına bırakıp ABD'ye giderler.

Miryam'a iyi bir genç talip olur, kız iyice cozutup genci de eker ve hastanelik olur, aklını kaybeder. Başına bir şey geliyordu ama neydi, neyse işte. Bu ABD'deki oğlanın işleri iyi giderken oğlan orduya yazılır, savaşta ölür. Haberi alan Deborah da kalpten gider. Askerdeki diğer oğlandan zaten haber yoktu, Menahim de memlekette kaldı. Mendel Singer, başına gelen onca felakete rağmen soğukkanlılığını yitirmez, aklını yitirir gibi olur onun yerine. Kimliğini kaybetme korkusuyla yaşarken etrafında ailesinden kimse kalmayınca ister istemez memleketlileriyle takılmaya başlar ama sosyal yaşamdan da giderek kopmaktadır; üstü başı kırık dökük, pis, ne dediği anlaşılamayan bir insan olur. Başlarda büyük saygı görürken bıyık altından gülünen bir adam haline gelir. Menahim ortaya çıkana kadar.

Menahim, aile dağılmadan önce sürekli akıllardadır. ABD'ye getirmeyi düşünürler ama yolun uzunluğu yüzünden böyle bir şeye cesaret edemezler. Özellikle Deborah'ın vicdan azabı büyüktür; hahamın söylediklerini unutamaz ve ailenin başına gelen faciaların Menahim'i bıraktıkları için geldiğini düşünür. Ölür sonra, Mendel Singer'in de ölümü pek uzak değilken bir orkestra şefi çıkar ortaya. Mendel'le görüşür ve Menahim'den haber getirdiğini belirtir. Sonradan ortaya çıkar ki adam Menahim'miş. Zengin olmuş falan. Tabii ağlaşmalar, sarılmalar... Menahim, Miryam'ı kurtaracağını söyler, Mendel Singer sabrının meyvesini almış olur, onlar erir muradına.

İman sürdüğü sürece çözüm gelir. Sabretmeliyiz. 1900'lerin Rusya'sında yaşam inanılmaz zor. Zaferler ve yenilgiler hiç beklenmedik yerlerden gelebilir. Basit bir adam, kaderin zorlayıcı oyunlarına karşı koyabilir. Fikirler böyle. Çaresizlik, mutluluk, hiçbiri tarafından kuşatılmıyorsunuz, Roth bir hikâye anlatıyor sadece, duygulanımınızdan siz sorumlusunuz.

Etkileyiciliğini basitliğinden alan bir şey.

 Çok Blackfield bir sabah.

13 Nisan 2015 Pazartesi

Georges Perec - Şeyler

Bu çok ciddi bir kitap.

Birazcık Thoreau bilselerdi Kit ve Port ne yapardı, Jérôme ve Sylvie ne ederdi, merak ediyor insan. İnsanın çölü kurumaya mahkum. Nesnelere bağımlı insan kendini bulamamaya mahkum. Birazcık basitlik mi lazım, neydir bunlar? Bunları alacaksın, doğaya salacaksın. Yaşam mücadelesinde bütün kirlerinden paslarından arınacaklar. Mis gibi insan olacaklar. Yoksa daha çok roman olur böyle. İnsan arıyor da neyi arıyor, kalabalıklar içinde -nesneler dahil- yaşamayı mı, huzuru mu, neyi?

"Sonuç kadar araç da gerçeğin bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının kendisinin de gerçek olması gerekir; gerçek araştırma, açık kolları sonuçta birleşen, ortaya serilmiş gerçektir." (s. 105)

Marx'ın sözleri. Burada ortaya serilmiş bir gerçek yoktur, varsa da görülmez. Aracın çekiciliğinden bir an olsun kurtulamazlar. Aynı şeyi deneyip farklı sonuç bekleyenlere aptal derler, ki bence bunlara yenilmek isteyen veya zamanın işleyişine güvenen adamlar dense yeri, burada farklı yollarla aynı yere çıkan gençler var. Bunlara yanlış yere bakan insanlar deriz, geçeriz. Asıl bakılması gereken yerde ilgi çekici bir şey yoksa demek... Olur mu lan, insana kendinden daha büyük bir gizem var mı? Neyse.

Öğrenci çiftimiz çok güzel bir ev hayal eder, hayatlarına bu evle giriş yaparız. İşte altından keçi götü. Estetik değer taşıyacak olanından. Sonra Arap işi gümüş semaver, ne bileyim, duvarda asılı bir enstrüman. Etnik. Bir iki müzik yapma teşebbüsü dışında ele alınmayacak olanından. Sonra kitaplarla dolu odalar. Rahat zamanlar. Bol yiyecek. Keyfi çıkarılacak kocaman bir ev. Bombastik eşyalarla dolu. İki harika insanı da barındıracak, onlar ki parasızlıktan ölesiye korkarlar ve geçici işlerde çalışıp bellerini bir türlü doğrultamazlar. Kavga etmezler hiç, olanakları ve arzuları öylesine yeterlidir ki birbirlerinden başka hiçbir şey beklemezler. Zaten bazı bazı tek bir karakterden bahsedildiğini düşünür okur. Kişilikleri birbirinin içinde eriyip gitmiştir.

Hayallerinin evinde olmasa bile başlarda mutlu oldukları bir odada yaşıyorlardı. Küçük bir oda, kendi gibi küçük bir bahçeye bakıyor. Bu olmasa insanlar o bahçeye bakamaz. Şeylerin durumu önemli, unutmayın istiyorum. Şeyler yaşar. Bu ikisini yaşatan da şeylerdir, nasıl yaşayacaklarını söyleyen.

Ne olmuş, kazandıkları para pek az olunca birkaç aydan sonra oda onlara zindan gibi gelmeye başlamış, sağda solda çöpler, bulaşıklar birikmiş. İsteklerinin çokluğu zihinsel bir felce yol açmış, hiçbir şey yapamaz hale gelmişler. Bozuk bir priz üç yıl öyle kalmış falan. Para bekliyorlardı, böylece istediklerini alıp yaşamaya başlayacaklardı. Tutkularının ertelenmesi onları korkutsa da bir gün elbet onlar da yaşayacaktı. Konuyla ilgili bir şey yapmamaları hususunda üç satır üste bakınız. Duyguları ölmüştür aslında, öyle bir meta yağmuruna tutulurlar ki mutluluk gibi bize çok lazım bir duygu satın alınabilecek hale gelir. Bir ürün, sadece 9.90'a. Paranız yoksa mutlu olamazsınız.

İş. Anketörlük yaparlar. Sorulacak bir sürü soru, bir sürü eşya, bir sürü restoran... İşleri de şey çöplüğüdür. İnsana dair hiçbir şey onlara yabancı gelmez bir süre sonra, nasıl mutlu olacaklarından iyice emin olurlar ve bit pazarını keşfederler. Eyvah. Ivır zıvır elde etmenin en kolay yolu. Arkadaş çevresi de onlara uygundur. Tencereler, kapaklar.

"'Yeni insanlar'dı onlar; henüz her yana diş geçirmemiş genç kadrolar, başarı yolunun yarısına gelmiş teknokratlardı. Hemen hemen hepsi burjuva kökenliydi ve değerleri -diye düşünüyorlardı- yetmiyordu artık onlara; büyük burjuvaların açıkça görülen konforuna, lüksüne, kusursuzluğuna, kıskançlıkla, umutsuzlukla dikmişlerdi gözlerini. Oysa onların ne geçmişi vardı ne de geleneği. (...) Öyleyse çağlarının insanlarıydılar. Hallerinden memnundular. Tümüyle de kandırılmış sayılmayacaklarını söylüyorlardı. Mesafelerini korumasını biliyorlardı. Rahattılar ya da en azından öyle olmaya çalışıyorlardı. Mizah duyguları vardı. Aptal olmaktan çok uzaktılar." (s. 38)

Eh: "Yeryüzünün en adi, en berbat durumundaydılar. Gelgelelim, durumun adi ve berbat olduğunu bilmelerinin bir faydası yoktu, öyleydiler işte: Epeydir, 'çalışmayla özgürlük arasındaki zıtlık artık güçlü bir kavram oluşturmuyor,' diyorlardı; ama yine de onları en başta belirleyen buydu." (s. 49)

Tunus'a giderler sonra, yeni bir başlangıç. Öğretmen olarak çalışırlar, erkek olanı okullar arasındaki mesafeden dolayı işi bırakır. Tam bir yalnızlık içindedirler, konuşacak kimse yoktur, satın alınacak hiçbir şey yoktur, vardır da zenginlik belirtisi olmadığı için hiçbir şey almazlar, yaşadıkları kent çok küçüktür falan. "Kendi çoraklıklarının dünyası" der Perec. Bu mevzuyu Bauman'ın sürüye uy(a)mayan insanları postalama fikri üzerinden de düşünüyorum. Her ne kadar tüketim toplumuna ayak uydurmaya çalışıyor olsalar da kıyısından köşesinden bir şeyleri tutturamamış olmaları, başka bir dünyanın problemi haline getiriliyor. Hem yarı-sömürgelerde kültürel bir araç haline gelmeleri, hem de toplumdan ayrıştırılmaları devletin işine gelirken bireyleri onulmaz dertlere salıyor. Tunus beni.

Böyle de pis bir şey, parasızlık çekenlerin okumasını tavsiye etmem. Ederim. Edinin.

8 Nisan 2015 Çarşamba

Georges Perec - Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pırpır da Neyin Nesi?

Perec okumayalı pek çok zaman geçti, şimdi yine Perec'teyiz.

"O zaman bak da bul zatımın kitaplarını. Külli tamamı olmasa da çoğu, lisanına aktarılmıştır. Fransızcan yok, otur ağla."

Teşekkürler, uyumaya devam et sen. Uyuyan insandan zarar gelmeyeceği, uyuyan insanın en erdemli insan olduğu Gecekuşu Kornelius'ta var, onu da yazarız bugün yarın dün. Perec, sen oyuncusun. Edebiyat ciddi iştir. Birtakım büyük büyük adamların sözleriyle, beğenileriyle biçimlenir.

"Ben ki otuz yıllık şiir birikimimle bok sıçıyorum. Sıçtığım bok sizinkinden daha değerlidir, üstelik ağzımdan çıkartıyorum."

"Romanlarımda insanın rûziyal eklektizmini yansıtıyorum. Seksen yıldır roman okuyorum, katılmadığım jüri yok. Biliyorum ulan ben bu işleri."

Perec, seni nereye koyayım? Bu adamların arasında bir yere koyamam. Kal öyle iyisi mi.

Şunu da atayım buraya: Perec'in Birtakım Mülahazatı

O gidonları kromajlı pırpır neyin nesi, kimin fesi, ney? Sahibi Henri Pollak'ı çavuşluktan insanlığa getirip götüren bir alet. Pollak gündüzleri askeriyede çavuş, askerliğin son derece gerekli vazifelerini yerine getirip akşamları Montparnasse'a, arkadaşlarının, sevgilisinin, kitaplarının yanına uçuruyor. Bu arkadaşlar son derece bilgili, görgülü, efendi tiplerdir. Akılları çalışan kimselerdir. Ne yöne çalıştığını sormayın.

Bir de herkes gibi bir adam vardır, arkadaş grubundan bir Karamanlis. Karamazov. Yaramaz. Ramizov. O Memov. Orası Montparnasse, Fransa. Sokaklar savaş ve Cezaaayir lan. Bu adamın askere gitmesini kim engelleyecek. Ghostbusters!

Bu Karakoncolos'un Cezayir'e yollanması vardır, bayağı savaşın ortasına gidecektir ve sıyrılamaz. O zaman arkadaşları bir el atar mevzuya. Düşünmenin hayatın ta kendisi olduğunu söyleyen Bergson, çocuklara bu ilhamı verdikten sonra yıllardır yattığı mezara geri döner. Olayların bundan sonrası Bergson üzerine değil. O bir parantezde kaldı, metne şöyle bir girip çıktı ve olacaklara şahit oldu. Siz de bir gün bir parantez içinde dahi bulunursanız metinlerden birinde, oradan çıkamayıp olayları izlemek zorunda olduğunuz anlayınız. Çok tuzlu patlamış bombanızdan avuç avuç yiyiniz. Savaşa gitmeyiniz.

İşte kolu mu kırılacakmış Kelaynak'ın neymiş, delirtilecek miymiş, bir doktor varmış arkadaş çevresinde. Bir şey yapılacakmış da denizin öbür tarafına hareket vakti gelmiş. Herkes olduğu gibi kalmış. Katastrof, Kadastro için üzülmüşler ama pek öyle olmamış. Onun için aldıkları çikolataları falan hep yemişler. Sikmişler hikâyeyi, eylemişler viran. Perde yanmış bir kere, siz onca oyunun ortasında kaladurun. Karaburun'a ne olmasıymış derken askerlik, savaş, kimliksiz adamlar, saçma arasında durakalın. Hoşça kalın.

Not: Pırpır yaşıyor! Alegoriyi siz kurun:


Bunu da gece için saklayabilirsiniz:

7 Nisan 2015 Salı

Terry Pratchett - İnsanlığı Ancak Sen Kurtarırsın


Terry Pratchett'tan simülasyonu bol, sağa sola batıracak onlarca iğnesi olan nefis bir macera. Johnny Maxwell üçlemesinin ilk kitabı. Çok eğlenceli! Tamam, biraz da iç burkucu. Çocukların kimlik karmaşaları, evdeki anne-baba terörü, anlaşılamama kaygısı... Bu durumda her şeyden uzaklaştıran bir serüvene çıkmak en güzeli olurdu, onlar da bunu yapıyorlar. Savaş elbette, savaşı da her şeyin orta yerine koyun.

İki kapağı da koymak istedim. Üstteki yeni baskı, TUDEM'e ait Delidolu'dan çıktı. Diskdünya'yı da basmaya başladılar, süper. Alttakini sahaflarda bulmuştum, Dost'un. Kitabın adı biraz farklı.

Johnny, annesiyle babası hemen her gün kavga eden, mutsuz bir ailede büyüyen çocuklardandır. Babasının diyalog kurma çabalarının başarısızlığı can sıkıcıdır, her şey için çok geç olduğunu düşünür ve evdeki gerginliğe karşı hissizleşir. Hayatına renk katan bir tek arkadaşları ve bilgisayar oyunları vardır. Oyunları Titrek'ten alır, koca bir bilgisayar endüstrisine karşı hacker Titrek. Derslerinde pek başarılı değildir, ödevlerini Johnny yapar. İngiliz İç Savaşı örneğin; Johnny Bolivyalı yerlilerin sosyal yaşamlarını alır, lamaları çıkarır ve yerine kesik başlı kralları koyar. Pratchett'ın nereden çıkacağı belli olmayan esprilerine karşı her daim uyanık olun, arada şöyle şeyler çıkabiliyor: "Bir dönem, Baş Belası Bilgisayar Hackerları Tehdit Topluluğu ile ilgili hikâyeler anlatılmıştı ve Titrek bir hafta boyunca okula kendi yaptığı siyah gözlüklerle gelmek zorunda kalmıştı." (s. 31) Yani şimdi böyle okuyunca komik gelmeyebilir ama baştan okumaya başlayınca... Komik lan işte.

Bigmac, Titrek, Yo-yok ve Johnny, bu dörtlü çok iyi arkadaş olmasa da birlikte takılır. Tayfa böyle.

Bir gün Johnny İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin diye bir oyun oynarken düşman uzay gemisinden bir mesaj alır. Sürüngene benzeyen uzaylılar konuşmak istediklerini söylerler, artık daha fazla savaşmak istemezler. Jo düş gördüğünü sanır önce, umursamaz. Sonra mesajlar sıklaşır, anlatıcı uzaylıların tarafından bakmamızı sağlar ve saldırıyı durduran Jo'yu bir umut ışığı olarak gördüklerini anlarız. İlk defa bir insan kendilerini dinlemiştir, belki de kurtuluş bu insanın yardımıyla gelecektir. ScreeWee nam gemi ve şürekasının ortadan kaybolmasıyla birlikte Johnny'nin arayışı başlar. Uzaylılar ölmek istemez, bu yüzden gizlenirler. Nasıl olur ki, sonuçta bu bir oyundur ve her oyunun amacı daha çok öldürüp daha yüksek seviyelerde oynamaktır. "Belki başka bir gezegende de amonyaklı Tahıl Kristalleri'nin her paketinden bedava bir insan çıkıyordu." (s. 36) Perspektif değişince her şey inkar edilebilir hale geliyor ama Johnny için uzaylılar kurtarılması gereken canlılar haline gelir, hele hele boşlukta Space Invaders'ın küçük canlılarının parçaları yüzerken.

Kitabın politik altyapısı, Johnny'nin algı değişimiyle beraber yüzeye çıkar. Öncesinde çocukların televizyonda her gün gördükleri Körfez Savaşı'nın dehşet ortamı -patlayan bombalar, havaya uçan insanlar ve diğerleri- oyunun ta kendisi gibi gelir. "'I-ıh. Gerçek savaş gibi değil,' dedi Titrek. 'Televizyon savaşı yalnızca.'" (s. 39) Baudrillard deyip geçtim. Yukarıda bahsettiğim iç savaş da bir ödevden ibarettir, gerçekliği anlaşılamayacak kadar siliktir. Biz savaş görmemiş insanlar için bu böyle. Sonrasında Kirsty girer devreye, çok akıllı bir kız. Duygu yoksunu. Jo uzaylıları kurtarmaya çalışırken Kirsty onları yok etmek için uğraşır. Çok da iyi oynar oyunu, programın oyuncuya vereceği her türlü tepkiyi bilerek stratejilerini ona göre kurar. Bir yanda uzaylıları dinleyen tek çocuk, diğer yanda buz gibi mantığıyla katliama çıkan bir diğeri. İşbirliği yapmalarıyla uzaylılar kurtulur sonunda, o tarafta da bir oyunbozan olmasına rağmen. İnsanlara asla güvenilmeyeceğini söyleyen uzaylıya rağmen iki taraf da sağduyulu bir şekilde hareket eder ve uzaylılar havaya uçmadan kaçarlar, oyun evreninin ötesine. Kaçmadan da bir kurtuluş olmaz mıydı acaba, diğer oyunculara karşı cephe alan oyuncular olmadan? Bu oyuncuların özellikle Jo'un belki on defa ölmesine gerek kalmadan? Pek mümkün değil, oyunlar öldürmek içindir. Hayatınızda bir şeyler ters gidiyorsa öldürerek neşelenebilirsiniz.

Kabaca böyle, şimdi tatlı gevezeliklere geçiyorum. Oyuncular uyuyor ve uyandıkları vakit kendilerini oyunun içinde bulmaya başlıyorlar bir süre sonra. Öldüklerinde de uyanıyorlar. Sonra tekrar geri dönüyorlar falan. Jo bir süre sonra neyin gerçek olduğunu sorgulamaya başlıyor. "'Söylesene, neyin gerçek (olduğunu), neyin gerçek olmadığını hiç düşündün mü?'" (s. 87) Neo'nun sorduğunu hatırlayın: "You ever have that feeling where you're not sure if you're awake or still dreaming?" Bir de insanlığa güvenmeyen uzaylının söylediklerine bakalım. Eve gitme zamanının yaklaştığı söylenince verdiği tepki: "Ev mi? Evimiz burası! Başka evimiz yok! Sınır ve kendimize ait bir gezegenle ilgili bütün konuşmalar bir safsata... Göreniniz var mı? Hayır. Bir söylence bu. Umut yalnızca. Bir düş. Kendimize yalan söylüyoruz. Öyküler uyduruyoruz. Seçilmiş Kişi. Bin Canlı Kahraman! Hepsi düş! Gemilerimizde yaşıyor, ürüyor ve ölüyoruz. Yazgımız bu. Başka seçenek yok!" (s. 94) İki mevzu benzer, belki aynı kaynaklardan besleniyor. Ender's Game de öyle. Burada da sanal-gerçek operasyonlar var, dört veya beş kişinin birlikte hareket edebildiği.

Mesaj kafaya çakılmıyor, gülmece var. Süper!

Şey, benim lisedeki bunaltı bayrağını en önlerde taşıyan gruplardan birini koyacağım da, ben şarkının ikinci halini bilmiyordum. Dün kulağıma çalındı, bu ne lan dedim bir. Tanıyacağım ama tanıyamıyorum. Sonra bir uyandım, of. Olay yargıya intikal ettiği için daha fazla konuşmak istemiyorum. Bir karşılaştırın.


6 Nisan 2015 Pazartesi

Selçuk Baran - Bir Solgun Adam

"Değişiklik... Bir bilebilsem, kesinlikle sınırlarını çizebilsem, nelerin değiştiğini teker teker anlatabilsem... Ama daha çok bir izlenim, bir sezgi konusu, yüreğimdeki korkunç tedirginliğin nedeni sandığım bir durum bu." (s. 11)

Selçuk Baran'ı nasıl anlatsam diye düşünüyorum, beceremem. Şu iki link iş görür: Selçuk Baran ve Hayatı.

"Bir solgun kadın" da derler, Selçuk Baran yazmasa çıldıracaklardandır. Hayatın karmaşıklığından yazmaya sığınır, ta ki başarısız bir yazar olduğunu düşünüp kalemi bırakana kadar. Basit bir yaşam sürer, kendince. Yalnızlığı, aşk acısı ve umutsuzluğu, eserlerinde adım adım takip edilebilir. Yazdıklarını bastıracak bir yayınevi bulamadığı zaman yazma eyleminin makinesiyle kendi arasında olduğunu düşünerek teselli bulmaya çalışır, bulabildiğince. Edebiyat çevrelerinde pek tanınmamıştır, okur da pek tanımaz kendisini. Sessiz sedasız yazmıştır, aldığı ödüllere rağmen eserlerini okurla buluşturmakta sıkıntı çekmiştir. Ötesinde okurunu asıl Selçuk Baran aramıştır bence, hiç kimsenin aramadığı kadar.

Psikanalitik, anlatımcı metotla incelenebilir bu eser, mutlaka o biçimde de incelenmelidir. Bir şeylerin olmasını beklemek, günlüğü vasıtasıyla yaşamına gireceğimiz Mehmet Taşçı'nın da, Selçuk Baran'ın da sık sık hissettikleri yalnızlık duygusunun temelidir. Daha pek çok koşutluklar bulunabilir, ben sadece metni ele alacağım.

Mehmet Taşçı halasından kalan mirasın yardımıyla eşinden boşanmış, müdürlüğe kadar yükselebileceği bankacılık kariyerini emeklilikle, kendi isteğiyle bitirmiş bir modern zaman münzevisidir. Kızlarını pek merak etmez, evli olanıyla yolda karşılaştığı zaman ayaküstü bir sohbet eder, o kadar. Altmış yaşındadır, hayatın sunacaklarını beklemektedir. Çatı katındaki küçük dairesinde durmadan kitap okur, ev sahibesi yetmişlik Dürnev Hanım'ın yalnızlığına katlanır. Bu hanım her türlü yeniliğe açıktır, bu yüzden abimiz kadına çok sinirlenir falan. Taşçı hayatında yeni bir şeyler olsun ister ama değişime son derece kapalıdır. Başlarda. Her gün gittiği birahanenin bir gün pastane olmak üzere kapatılması, mekan sahibinin ölmesiyle yerine oğlunun geçmesi ve Taşçı'yı dükkanında istememesi travmatik bir olaydır adam için, yıllarca süren bir düzenin bozulmasıdır. Bir de arkadaş tayfası var adamın, yaşlı tipler. Biri ressam, biri bilmem ne falan. Onlardan da kopmaya başlar, gündelik sohbetlere katlanamadığını fark eder ve arkadaşlarının suçlamalarına göğüs gererek o tayfayı bırakır. Ha, bu arada her şey bir gün Taşçı'nın düzenli olarak aldığı gazetenin artık çıkmayacak olmasıyla başlar, onu da ekleyeyim. Küçük değişimler bir çığa sebep olur. Şeylerin değişmeyip insanın değiştiğini söyleyen kimdi?

Taşçı dindar bir adam değildir, arkadaşlarından birinin ısrarlı soruları sonucunda Tanrı'nın olup olmamasının kendiyle ilgisiz bir şey olduğunu belirtir. Laplace'ın dediği gibi yani, öyle bir hipoteze ihtiyacı hiç olmamıştır. Günler boyunca takip ettiği yoğurtçunun ve karşı komşunun ilahiyatla herhangi bir bağlantısı yoktur. Bir de bankadan tanıdığı Nevin var, eylemsizliği yüzünden kalbini kırdığı Nevin. Romanın politik boyutunu kapanan birahanedeki sivil polisin dışında Nevin'in tanıdığı gençlerden oluşur. Oğlunun veya kızının arkadaşlarıydı galiba. Her neyse, Nevin'le karşılaşırlar, geçmişin muhasebesi yapılır ve bir ara Taşçı, Nevin'in evinde kalır. Kurgusal zamanı karman çorman ediyorum, olayların sırasını hatırlamadığım için. Nevin, gençler arasındaki kavgalardan bıkar ve bir türlü anlaşamamalarının kaos ortamı yarattığından ve beraberlik ruhunu yok ettiğinden bahseder. Sol fraksiyonların bitmez kavgası.

Taşçı'nın Svevo damarı kabarır bir yerde, genç bir kadın ister. Çok genç de değil gerçi, kırklarında olsa yeter. Konuşsa, yol gösterse, yalnızlığı hafiflese. Oysa ele geçmez biridir Mehmet Taşçı. Arkadaşları için öyledir en azından. Özgecilikten pek uzaktır. Altmışından sonra öyle olmuştur olduysa ki ağır bir suçlama aslında. Yine de dünyasına kimseleri almaması sabittir, bir süre sonra Dürnev Hanım'ı da bırakıp Kadıköy'e geçer. Bu sırada günlükten kurtuluruz, işin içine anlatıcı girer. Durağanlığı yıkmaya, bir anlamda "temizlenmeye" karar verir Mehmet Taşçı. Yeni insanları, yaşam deneyimlerini hayata sokmamayı kirlenmek olarak görürken bir otelde bulur kendisini, karşı odadaki köylü kızına yardımcı olmaya çalışırken insanları tanıyamamasının etkisiyle -yaşamdan uzak kaldığı on yılın sonucudur bu- kandırılır, tekrar eve döner.

Bir süre sonra Anadolu'ya gider, orada bir dost edinir ve bu yeni ortamda yaşamdan keyif almaya çalışır. Orada da tutunamaz gerçi, pek uzun olmayan bir sürenin sonunda oradan da ayrılmaya karar verir. Bu kararın arifesinde bırakırız Mehmet Taşçı'yı. Bir on yıllık durgunluk daha vardır belki önünde, ona göre hiçbir şeyin yapılmadığı on yıl çok çabuk geçer.

Kent yaşamında içe kapanıklığın incelenmesinde pek çok malzeme çıkarılabilir ortaya, ben burada kesiyorum. Selim İleri'nin romanla ilgili bir eleştirisi varmış, pek incelikli bir roman olduğunu belirtiyor İleri. "Pek afralı-tafralı bir roman" olduğunu belirtiyor, günlüklerdeki bazı kelimelerin yersiz olduğundan bahsediyor. Bir günlük yazarını yazan yazar, iç içe geçmiş kelimelerin hem kaynağı, hem de en uzak gözlemcisi olabilir. Taşçı, romanın çoğu yerinde kim olduğu hakkında pek bir şey düşünmediğini söyler. Bu durumda Selçuk Baran'ın Mehmet Taşçı üzerindeki tasarrufu ne kadardır, nereye kadardır? Başa dönüyoruz yine, farklı yöntemlerle incelenebilir roman. Selim İleri'ye pek katılamıyorum bu konuda.

Selçuk Baran'ın hakkını verin, kitaplarını okuyun. Okunmayı pek istedi, istediklerine pek ulaşamadı.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Vladimir Jankélévitch - Ölümü Düşünmek

Ölümü sezeriz, bildiğimiz her şeyin ortadan kaybolacağı o anı, durumu veya olayı. İnsanın kontrolünün dışındadır, kimi bundan korkar. Onca birikimi bir anda yok eder; anlamlandırılamayanları, düşünceleri, duyguları toza çevirir. Kiminin korkusu toza dönüşmektir. Yarım kalacaktır insan, yaşanacak çok şey varken biri fişi çeker ve aydınlık, karanlık, cennet, başka bir yaşam, her neyse o, her şey haline gelir. Zeigarnik etkisi insanın baş belasıdır, ölürken bile kurtuluş yok mu bundan? Ölüm tam olarak budur işte. Başka bir şeyin başlangıcı olması değildir, bilinenlerin sonu olduğunun verdiği dehşetin ötesine geçemez insan. Kaybedeceği çok şey vardır. Kaybetmekten korkmayanlar, kaybedecek çok şeyi olmayanlar ölümü metanetle beklerler, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi. Bir sabah uyanmayacakmış gibi. Dingin adamlardır, parıldadıklarını görürsünüz. Neyse, ölüm.

Söyleşilerden oluşuyor. "O öyle sordu, Jan böyle dedi" diye can çekişmeyeceğim, direkt Jan olup yazacağım. Kitaplardan anlamama kimliğim saklıdır.

Ölüm hakkında felsefe yapılabilir, aslında her şey hakkında felsefe yapılabilir. Felsefe o kadar da faydalı olmayan şeyler yapmaktır. Ölüm, ölümün karşılanma biçimi bunlardan bazılarıdır. Ölüm, kendi türünde biricik bir kişisel trajedidir. Herkes kendi ölümünü kendi yaşayacaktır. Ebeveynlerimizin ölümü bizim için trajedirir. İki açıdan; birincisinde yoksunluk vardır, ikincisinde biyolojik duvar ortadan kalkar. Onlardan sonra sırada biz varız. Hoş bir duygu değil.

Doğum ve ölüm simetrik değildirler. Simetri uzamsaldır. zamansal değildir. Geçmiş ve gelecek, şimdiki zamanın iki ucu değildir. Süregiden bir şimdiki zaman vardır. Geçmiş burada erir, gelecek buradan başlar. Augustinusçu bu zaman, Tanrı'nın zamanıdır. Zamanı bu şekilde algılamak, ölümü şimdi yaşamaktır. Hayatı da öyle. İkisini birbirinin içine geçiririz ve nur topu gibi bir kafa rahatlığına kavuşuruz. Evet.

Ölüm yaşamı kısıtlar mı? Bergson'a başvuruyorum ve gözün hem görmemizi sağlayan, hem de görmemizi kısıtlayan bir organ olduğu fikrini alıyorum. Gözümüz kadar görürüz. Legolas bizimle dalga geçebilir, Tanrı Legolas'la dalga geçebilir. Aklıma çok güzel bir şiir geldi, yapıştırıyorum.

"A rabbit in his meadow lair
Imagines none to see him there.
But aided by a looking lens
A man with eager diligence
Inspects the tiny long-eared gnome
From a convenient near-by dome.
Yet him surveys, or so we learn
A god from far off, mild and stern."

Christian Morgenstern

Diyorum ki ölüm için de bu geçerlidir, hayatı kısıtlayan ama çekici, heyecanlı kılan bir mevzudur. Varoluşun temel duygulanımı ve oluşun geri döndürülemezliği ölüme yaklaşmaktır. Hayatın kısıtlılığı giderek öteleniyor, insan ömrü uzuyor ama bu ikisinin ağırlığı her zaman yorucudur. Biyolojik olarak yaşlanmanın yanında metafizik yaşlanma da vardır, yorucu olan budur. Var oluşunun bilincine varan insanın taşıması gereken en ağır yüktür. Bu yük geçici olarak hafifletilebilir; tıp, dini inanç vs. unutturur sonu. Korunma isteğidir bu, insan öleceğini bilir ama buna inanmaz. Ölene kadar.

Çilecilik, ölümü öğrenmek için faydalı bir şey değildir. Ölüm öğrenilebilir değildir, "Bu yüzden, deneyimlerin de gösterdiği gibi en fazla çalışmış olanlar hep en çaresizlerdir ve en az çaresiz olanlar ise ölümü asla düşünmemiş olanlardır." (s. 29) Ölümü düşünen varlık bir paradokstur, o hem bir fikir üretir, hem de yok olur. Düşüncelerin ölümsüz olması bir yana, bir düşünene de ihtiyaçları vardır. Pisagor, teoremini üreterek onu biçimlendirmiş, ona ad vermiş oldu ama doğa kurallarının varlığı bundan bağımsızdır, sadece ortaya çıkarılmaları gerekir. Bu kurallar sır halinde bekler, ölümse gizemdir. Çözülecek, ortaya çıkarılacak bir durum içinde değildir. Kimse ölümün ne olduğunu ölmeden bilemez. Ölümsüzlük istenci -bu noktaya varılır, ölmek dışında bir yol olmaksızın kimsenin ölümle ilgili bir bilgiye erişmek istediğini sanmıyorum-  ve yaşama şevki bir araya gelemez, insan ölçeğinden öte bir toplamadır bu.

İkinci söyleşi en kısa olanı ama beni en çok rahatsız edeni. Kafamı kurcaladı. Ölümün din açısından yorumlanması üzerine.

Felsefeyle dinin etkileşimi sonucu melez inanışlar, ussal dinler belirmiş ve öte dünya sembolleştirilmiştir. İnançlı biri için öte dünya varoluşsal bir değere sahiptir, dolayısıyla bu sembolleştirmeler bir dine mensup olanların açlığını ve susuzluğunu dindirmez.

Son olarak, inançlı veya inançsız, insanlar bahis tutuyor. İnançlıların ölüme ciddiyetsiz bir anlam katma tehlikesinin yanında benim inançsızlığım da ölümden hiçbir şey götürmüyor, ölüme hiçbir şey vermiyor. Ölüme inanmıyorum, öleceğimi biliyorum ve ölümü düşündükçe ölümün dışındayım. Bir su damlası beni boğabilir, evrene karşı güçsüzüm ama varlığımın-ölümün farkındayım, bu farkındalık beni ölümün dışında tutar, beni evrene karşı güçlü-haklı kılar, kılabilir.

Bir söyleşi de ötanaziyle ilgili, onu da siz okuyun. Allah Allah.

Ölüme kafa yoranlar, yormayanlar, edinin bir tane bundan.

Ek: Meslektaş abimden öneriler, bir göz atın isterim. Allah rahmet eylesin. Kıla, tüye, yüne takan zihniyete de aryuket çakayım.

Halil Serkan Öz'ün Listesi