19 Mayıs 2017 Cuma

Italo Calvino - Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler

Görme yeteneğine düşer iş; beton yığınlarının arasını doğa doldurur ve canı sıkkın bir çocuk olduğu için oyun oynar, ansızın ortaya çıkaracağı bir sürprizi hep vardır, görmek isteyen için sürpriz hep oradadır. Denk gelince bencillik yaparım ve izlerim, tam da o sırada sevgi sözcükleri söyleniyor olabilir, bir cevap bekleniyor olabilir ama an o andır, bir daha o anın büyüsüyle kolay kolay karşılaşılmayacaktır. O zaman sevgimi erteleyip bulutları izlerim, kendimi sohbetten koparıp dallarını suya eğmiş ağacın üşüdüğünü veya serinlediğini düşünürüm. Kişileştirmeden kurtulamıyorum ama soyut düşünceden bağımsız olan doğanın sessizliğini ve döngüsünü sezebiliyorum. Bu sezginin benzerini Calvino'nun diğer kitaplarında da bulduğum için adama büyük bir saygı duyuyorum.

Marcovaldo vasıfsız bir işçi. Yoksullukla, karısıyla, beş -kesin sayı için birden fazla diyelim- çocuğuyla ve beton yığınlarıyla boğuşuyor. Beton yığınları en büyük problem gibi gözüküyor, tabii betonla birlikte yaşamı yönlendiren teknoloji de sıkıntı. Şehir insanı sıkıntılı kısaca; görmeyen, hissetmeyen, incelikten yoksun. Marco bu insanların arasında bir güneş gibi parlıyor ama bir iki pırıltıdan sonra üzerine hemen parasızlık, bürokrasi, çimento dökülüyor. Bir müddet ortadan kaybolan Marco için hiçbir şey bitmiş değil, başka bir mevsimde doğaya dönüş projeleriyle tekrar ortaya çıkıyor ve çabalıyor. Döngü. Calvino'nun tüketim toplumuna, doğa katline dair sağlam giydirmeleri, hikâyelerin kopartıcı mizahının yanında kendini gösteriyor.

Beş döngü, yirmi mevsimlik yirmi öykü.

Baharla başlıyor, Mantarlar Kentte. Bahar rüzgarı çiçek tohumlarını savurdu ve kaldırımların arasındaki bir tarha düşürdü, filizlenen mantarları Marco'dan başka kimse görmedi. "Ayakkabısını bağlamak için eğilip daha iyi baktı: mantardı, gerçek mantardı, kentin tam orta yerinde bitiyorlardı! Çevresini saran karanlık, kalleş dünya birden gizli zenginliklerini sunuyormuş, yaşamdan hâlâ, toplusözleşmenin saat ücreti, ek ücret, çocuk yardımı, pahalılık yardımı dışında da bir şey beklenebilirmiş gibi geldi Marcovaldo'ya." (s. 8) Marco'da hemen bir mülkiyet duygusu, kıskançlık uyandı ve çocuklarına mantarların yerini kimseye söylememelerini dayattı. Yoksulluğun yanında paylaşımın yeri kalmıyor, Marco için üzülüyoruz ve onu anlıyoruz. Sonrasında çöpçü Amadigi'nin de mantarları fark etmesiyle iş yarışa dönüyor ve mantarlarını tek bir kişiye kaptırmaktansa herkesle paylaşıyor Marco, doğayı herkesin kullanımına açıyor ve oradan geçenleri mantarlardan haberdar ediyor, herkes mantar topluyor ve içlerinden biri hep birlikte yeseler ne güzel olacağını söylüyor ama hiç kimse umursamıyor o adamı. O adam, senin gözlerinden öpeyim ben. Neyse, yine de herkes bir araya geliyor. Gece. Hastanede. Zehirlenme.

Park Sırasında Bir Yaz Gecesi. Açık havada, yıldızların altında, ağaçların yanında uyumak isteyen bir adet Marco'muz var ama kentin çöp kamyonları, trafik lambaları, reklam panoları, binlerce ışık kaynağı ve ses kaynağı var. Calvino'nun yarattığı çerçevelerden çeşit çeşit can sıkıntısını detaylarıyla görebiliriz; banka uzanan Marco'nun bakış açısıyla baktığımızda ağaçların, gökyüzünün yanında trafik ışığı da görünür, gelmesi beklenen kuş seslerinin yanında gece işçilerinin gürültüleri de duyulur. Şehrin sundukları Calvino'nun incelikli anlatımında canlanır.

Karda Kaybolan Kent. Çok güldüm buna. Marco karları kürer ve yola atar. Yolu temizleyen adam da kaldırıma atar. Bir süre tartışırlar, sonra adam Marco'ya karlardan set yapmayı gösterir, böylece sıkıntı çözülür ve Marco'nun aklına kar setleri yoluyla şehri yeniden üretmek gelir. Baştan düzenlenmiş kentte hiçbir şey kalıcı olmayacak, yerleri değiştirilebilecek veya yeniden yapılabilecek. Pencerelerin hep aynı manzarayı sunması ne büyük bir sıkıntı, her gün duyumsuyorum ve her gün buralardan gitmek istiyorum, içimde uzun zamandır bir sıkıntı büyüyor. Marco gidemez, o zaman teselli olarak şehri olmasa da bir kodamanın arabasını kardan üretebilir, üretiyor ve miyop olan kodaman arabasına binmek yerine bir kar yığınının içine giriyor. O sırada yandaki binaların çatılarındaki karları temizleyen bir tayfa, Marco'yu kara gömüyor ve yaptıkları kardan adama havuç takmak için evlerine gidip gelen çocuklar görüyorlar ki kendilerininkinin yanında bir tane daha kardan adam var, ona havuç takıyorlar ve havuç kayboluyor, Marco aç. Biber takıyorlar, biber kayboluyor. Kömür takıyorlar, tükürülen kömür çocukları korkutup kaçırıyor falan, nefis bir öykü bu.

"Baygın Marcovaldo gözlerini açtığında, avlunun her yeri temizlenmişti, bir tek kar tanesi bile kalmamıştı. Marcovaldo'nun gözleri önünde, gri duvarları, ambarın sandıkları, sıkıcı ve itici bütün günlerin nesneleriyle, her zamanki avlu belirdi." (s. 25)

Bir tane daha, Yağmur ile Yapraklar. O kadar güzel bir öykü ki gözlerim doldu, güzellik karşısında başka bir şey olmuyor bende.

İş yerindeki bir bitkiyi ödünç alır Marco, amacı bitkinin yağmur suyuyla beslenip büyümesidir. Patronunun söylediklerini kulak arkası eder ve bitkiyi büyütür ama bitki gerçekten büyür, Bahçeler Müdürlüğü'ne götürmeye karar verir, böylece daha küçüğünü alıp iş yerine götürebilecektir. Üzülür tabii, kendisine bu bitki kadar yaşama sevinci veren başka bir şey olmadığını düşünür, yine de motosikletinin arkasına koyduğu bitkiyle birlikte yola çıkar. Yolda yağmur kesilir, bitkinin yaprakları yavaş yavaş sararmaya başlayıp savrulur, yaprakları motosikletin arkasındaki ağacı takip eden bisikletli, motosikletli, arabalı bir güruh yakalamaya çalışır. Gerisi saf güzellik: "Rüzgâr esmeye başlamıştı; her esintide altın yapraklar havada uçuşarak sokaklara dağılıyordu. Arkasında hâlâ bol yapraklı, yeşil ağacın olduğunu sanan Marcovaldo bir ara -belki de rüzgâra karşı korunmasız olduğu için- geriye döndü. Ağaç yoktu: Çıplak sapların yayıldığı ince bir sopayla, tepede tek bir sarı yaprak kalmıştı yalnızca. Ebemkuşağı ışığında, geri kalan ne varsa, kaldırımlardaki insanlar, dirsek oluşturan evlerin cepheleri hep kara görünüyordu; bu karanın üstünde, havada yüzlerce altın sarısı parlak yaprak dönüp duruyordu; onları yakalamak için gölgeden yüzlerce kırmızı ve pembe el yükseliyordu; rüzgâr altın sarısı yaprakları dipteki ebemkuşağına, ellere, çığlıklara doğru havalandırıyordu; son yaprağı da koparttı, sarı yaprak turuncu oldu, sonra kırmızı, mor, mavi, yeşil, sonra yeniden sarı, sonra da gözden yitip gitti." (s. 80)

Biraz olsun bunaldıysanız -kendinizden, çevrenizden, kentten- bu kitap size iyi gelecek, çok iyi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder