11 Mayıs 2017 Perşembe

Thomas Bernhard - Beton

Mutlağı yıkmak için bir darbe, bir diğeri, olduğu gibi geri geldiğinde çatlağın yayılımı umuduyla bakılır, hiçte hiçbir çatlağın oluşmayacağı akla gelmez ama tersi umulur çünkü bir iz bırakmaya geldiğimiz, sevmenin en yüce erdem olduğunu dinlediğimiz şu deniz kenarında, şu duvarın önünde veya üstünde veya altında veya arkasında, şu üzerimizden geçip bir yere ıraksayan yolda olmanın hiçbir şey ifade etmediğini, birini sevmenin veya sevmemenin hiçle bir araya gelmediğini unuturuz, sözlerin rüzgar olduğunu unuturuz, güneşe bakılamayacağını unuturuz, hiçin mutlak olduğunu ve her türlü umudu yutabileceğini unuturuz, hatırladığımız sadece rüzgar ve bakılamayan bir güneştir ama onlar yokun yüzüdür, fazlası değil, kinikler bunu iyi bildiler ve köpekleştirildiler ki Rudolf'un bahsettiği bu değilse başarılarıdır, zaferleridir ama tek zaferi nefes almak olan birinin nefesi kulağa hiç de zafer marşı gibi gelmez, öyle olan öyle değildir, Rudolf da aslında oldukça güvenilmezdir ve fikirleri ölüp zıtlıkta dirilir, hatta ablası, kendisine hiç rahat vermeyen ablası, çocukluklarından beri sadece ıstırap veren ablası, ıstırap konusunda son derece bonkör olan ablası, kocasını dünyanın öbür ucuna, Peru'ya kaçırtan ablası, gayrimenkul alıp satarak zengin olan ablası, aileden gelen parayı da iyi değerlendirip zenginliğine zenginlik katan, Viyana'da son derece entelektüel, hani şu çok zeki, parlak ve duyarlı insanların arasında bulunmaktan keyif alan, her şeyi bilir görünüp pek bir şey bilmeyen, ansızın çıkıp gelen ve aynı şekilde giden, bunun yanında kardeşinin münzeviliğini kırmak için çabalayan, bunu çok gaddar yollarla da olsa deneyen ve tek bir zamanda biriktirdiği acıları Rudolf'a yıkan ablası iyi midir yoksa iyi değil midir yoksa bir abla ne anlama gelir, onu Rudolf'tan bilmek gerekir ama aslında bellidir, Rudolf Viyana'dan nefret eder, Odun Kesmek ve berjer koltuk ve intihar eden ressam ve ortak karakterler ve diğer koltuklar, oturulan koltuklar, üzerinde -iki anlamda da- düşünülen koltuklar ve geri kalan her şey birleşir, tek bir sıkıntıya dönüşür ki Rudolf, Bartholdy üzerine on yıldır sürdürdüğü çalışmayı bitiremesin ve huzur bulamasın, bu bağlamda ablanın eve gelişi çalışmayı engeller, ablanın evden gidişi çalışmayı engelleyicidir, odanın ışığı, sokağın kokusu, kağıt fabrikasından gelen iğrenç koku ki kağıt fabrikası gerçekten rezil bir koku yayar, Çaycuma'ya her gittiğimde kentten tiksindiğimi hissedip kendimi deniz kıyısına atıp rahatlamak, İstanbul yolculuklarını düşünmek ve İstanbul'da görmek istediklerimi düşünmek zorunda kalırdım, bu bir zorunluluktu çünkü bundan başka yapacak hiçbir şeyim yoktu, mutlu olmayı ummaktan başka elimde tek bir şeyin bile olmadığını hissederdim, yakın bir zamana kadar bu böyleydi ama insan bir başına kaldığı zaman pek de sağlıklı düşünemiyor ya da tam on ikiden vuruyor; neyi sevdiğinin ne önemi, sevdiğinin ne anlamı var diyorum bu kırmızı koltukta otururken, yarın hepsini bırak ve her şeyi görmezden gel, sen Rudolf gibi zengin değilsin, kendini bir eve kapatıp yıllar boyunca yazmak istediğin şeylerin hayalini kuracak halin yok ama annen sana bakabilir -tabii sen de ona baktığın sürece- ve bunu yaptığında şimdikinden pek de farklı hissetmeyebilirsin, hatta her umudun bir yük olduğunu düşünürsek yüklerinden kurtulursun, her şey bir ana sıkıştırılır ve anda her şey terk edilebilir diyorum bu kırmızı koltukta otururken ve bu kırmızı koltukta otururken her şeyimden kurtulmak istediğimi fark ediyorum; eşyalarım, tanıdıklarım, içi doldurulmuş ve gayet kötü doldurulmuş -çünkü bir pencere kendini göremez- kümeler arasında bir pırıltı arıyorum, yok, deneyimlenen ve bilinen her şey onu aramayı imler ama dünyanın böyle dönmediği çok açık değil mi, inancın ve bilginin aynı zifirden doğduğu ve oraya döndüğü de açık, öyleyse eheu, fugaces labuntur anni, dolu bir mideyle, boş bir mideyle, bir mideye sahip olmakla sıkılan Rudolf belki de Bernhard'ın yarattığı en iyi karakter, belki de Bernard'ın en gerçek yansıması, hele ablasını çekiştirdiği, müntehir anneyi, üstelik cenazede aşağılayan ablayı hatırladığı an nasıl bir nefretle dolduğunu görmemek mümkün değil, kendisini evden çıkarmaya çalışan ablasına karşı içinde duyduğu sevgiyi, o sevgiden duyduğu nefreti hissetmemek mümkün değil, durmadan para dilenen din kurumlarından, Kilise'den, sosyalizmden, faşizmden, arkadaşlarına mektup yazmayı, onları görmeyi bırakıp yalnız kalan, tek dostu ölü sanatçılar olan kendinden tiksinmesi ve kendinden hiç kurtulamaması ve kendinden hiç kurtulamayacağı fikrini her an duyumsaması yıllardır, belki yirmi yıldır sürüyor ve böyle izole bir yaşamda şiddeti giderek artıyor, ta ki seyahate çıkıp bir başkasının trajedisini, başkasının trajedisinin kötü bir imitasyonunu ve imitasyonun taşıdığı hakikiliği fark edip birkaç uyku hapı alana kadar, ondan sonra yirmi altı saatlik uyku ve bolca ter, nihayet büyük eseri, magnum opus'u tamamlama gücü, belki neyin özlemi çekiliyorsa onun üzerinde çalışmama, çabalamama, olduğu gibi bırakma güdüsü.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder