30 Haziran 2017 Cuma

Adam Phillips - Tekeşlilik

Tekeşililik hakkında konuşmanın önemli olan hemen her şey hakkında konuşmak olduğunu söyler Phillips. Aşk, merak, cinsellik, sadakat, tekmili birden. Tekeşlilik incelendiği noktaya göre bir diğerini silecek, görmezden gelecek veya tamamlayacaktır, muhtemelen üçüncüsü gerçekleşir. Bir dışarıda bırak(ıl)ma ve bütünle(n)me olayıdır, tanrıya inanmaktan pek farklı değildir. Phillips için. Ampirik edinimler tarafından ters köşe edilebilecek bir dalgadır, kimse tutkuyla karşılaşana kadar tekeşliliği unutmayacaktır ve o noktadan sonra unutmaması imkansız olacaktır. Kaçarsız.

Aforizmaların bazılarını çekiyorum, sonra gevşek gevşek yorumlamalara girişiyorum. Başka yol bulamadım. Şunun gibi:

"Belki de sadakatsizliği veri almalıyız, onu taciz olmadan, rahatlıkla varsaymalıyız. O zaman tekeşlilik hakkında düşünebiliriz artık." (s. 10)
"Hiç..."

Yancıyım. Alırım bir dal.

Tekeşlilerle çokeşliler idealisttir, bir noktada birleşirler ve sinizmin düşmanıdırlar. Olayları bellidir, ironiye ve hayal kırıklığına tahammülleri yoktur, bir düzlemde ilerlemek isterler. Tekeşliler için sadakatsizlik bir hakikat problemidir, doğruyu söylemediklerini veya eksik söylediklerini düşünürsek kendileri için yarattıkları paralel gerçeklik sinir bozucudur. Birden fazla dünyaya kapı aralar ve kırılma anından itibaren kişi, kişiliğini çoğaltmış olur. Tek bir kişiliğe indirgenmek, dilin tek bir gerçeklik için kullanılması demektir. Ne güzel dünya be. Bunu yazdım ve birkaç sayfa sonra not aldığım şu kısmı gördüm: "Tekeşlilik kendimizin versiyonlarının sayısını minimumda tutmanın yollarından biridir." (s. 15) Büyümeye bu pencereden bakalım, var olmamız tekeşlilikse ailemizi çeşitli yollarla yıprattığımız her an bir sadakatsizliktir, her bir yıpratma anında değişiriz ve bir başkasına dönüşürüz. Sadakatsizlik yetişkinliğe yaklaşanlara yakındır.

Çift olmak bir üçüncü kişinin oluşumuna yol açar. Gösteri işidir, dışarıdan bakıldığında saklanacak pek bir şeyin olmadığı görülür. Büyük ihtimalle üçüncünün yaşamıdır, diğerleri ara ara kendilerini gösterseler de sessizleşirler. Oyun bozulmaz, çiftlik bunu gerektirir. Üçüncü kişi, diğer ikisinin değiştiği oranda büyür. Ölebilir de; sadakatsizlik değişimi getirecektir ve üçüncü kişi yeni şartlara her zaman uyum sağlayamayabilir, özellikle böyle bir değişimde sağ kalması zordur. Ne olur, kendine her koşulda sadık kalan insan direnci azaldığında/bittiğinde tekeşliliği ölüm gibi görmeye başlar. Sadakatsizlik bir kendine yolculuktur, bir anlamda kendine sadık kalmak demektir. Eh, başkasına sadık kalmak için de özgecilik dense yeri. Tam bir paradoks, işin içinden çıkamadım. "Mesele neye inandığımız değil, hiç inanıp inanmadığımızdır. Mesele kime sadık olduğumuz değil, sadık olup olmadığımızdır." (s. 31) İnsan başkalarına kendine yaklaştığı gibi yaklaşır, kendine karşı daha acımasız olsa da bu böyledir ve Hayvan Olmak'ta Foster'ın dediği şey bu noktada mühim; insan kendini tamamlamadan bir başkasının yerine geçemeyecektir. İnsan kendine sadık olmadan başkasına da sadık olamaz demektir bu. Ne korkunç! Tek parça halinde kalın gözünüzü seveyim.

Cinsellik. Cinsellik daha iyi sergilenebilecekse yolculuk başlar, evler dağıtılır, çiftler ayrılır, belki de bunların hiçbiri gerçekleşmez. Cinsellik sırdır ve tekeşlilikte tek bir kişiyle paylaşılır. Paylaşılmazsa gidilecek başka bir yer daha var demektir, dürüstlük isteği buradan kaynaklanabilir, şüphe de. Hep daha fazlasının olabileceğini düşündürür, eş veya başkası için. Kendini tamamen teslim edene karşı duyulan şüphe kırıcıdır, macera sebebidir ama macera ihtimali olmadan da sadakat, ahlak olmaz. Bu durumda bir ince iptir yürünen, tam bir şüpheye ve güvene yer bırakmayan.

Bir sürü düşünce. Her birini ayırıp arşivlemek için zamanınızı harcayacaksınız. İyi bir uğraş, bence bir göz atın.

Grubumun reklamını da yapıvereyim. Gitarcı eleman benim.

Faruk Duman - Baykuş Virane Sever

Coğrafya/doğa çocuklukta algılanan biçimiyle varlığını sürdürürse çocukluğun da kader olduğunu söyleyebiliriz. Geleceğe sürüklenen. Çocukluk bir yük olduğu kadar da hediyedir, insan büyüdüğünü hissettiği an yaldızsız kağıdı açabilir. Çokça anılardır, dönüştürülebilirler. Duman'ın biçimlendiriş şeklinde kapalı bir coğrafyanın biricik varlıkları belirir; hayvanlar, söylenceler, kar. Sınırın ötesine geçen karakterlerin sesi soluğu kesilir, kendilerinden bir daha haber alamayız. Her şey çocuklukta çizilen sınırların içinde gerçekleşir. Öyküler ilerledikçe gerçekliğin dokusu renk değiştirir, masalın her şeye açık doğası kendini gösterir. Uzak bir zaman, uzak insanlar, bir müddet sonra ister istemez masallaşır. Duman'ın dünyası böyle bir dünya.

Büyük harfler, yüklemsiz cümleler, anlatımcılıktan çıkıp akışa dönüşen bir yürüyüş, biçim olarak da Duman'ın öyküleri oldukça başarılı. Bir tanecik kitabını okudum gerçi ama külliyatını toparlamıştım, bu yazı biraz da kendisine ayıracağım. Bir de şey, aşırı yoruma girebilir ama Ömer Seyfettin izleri mi var öykülerde? İlk öyküde bir Kaşağı tadı var, ikincisinde de Diyet. Belki diğerlerinde benzer izler vardır yahut muhteşem uyduruyorum şu an.

Kayıp İnci: Cemal dayının kitapları arasından en sevileni Steinbeck'in İnci'si oluyor, keşke dayı da o kadar sevilseydi. Yani karın doyurmayan kitapları bir bir devirmesi, bazı anarşik işlere karışması gibi hadiseler yüzünden aile büyükleri tarafından zorla evlendirilip İzmir'e şutlandığında yaşamının ışığı sönüyor ve kayboluyor dayı, bir daha kendisinden haber alamıyoruz. Çok içiyormuş, kitap okumuyormuş artık, bu kadar. Geriye kış günlerinin bir numaralı eğlencesi olan İnci kalıyor ama bulunabilirse.

Yeğenlerden birinin anlatıcılığında bitmek bilmeyen kışları, öğrencilerine durmadan bağıran bir öğretmeni, memur babayı, anneyi ve geriye kalan rüya öğelerini görüyoruz. Baba memur, devletin cisimleşmiş hali. Anne bir sessiz kadın, sevecen ama coğrafyadan ötürü soğukluğu kendinden menkul. Kemal Abi var bir de, daireye yeni gelen kütüphaneci. Çocuklara verdiği kitabın geri gelmeyeceğini nereden bilecekti, hele kitabı saklayan küçüğün rengârenk dünyasını? Ölüme uzanan bir masal yolu, çocukluğun sonsuz yaratıcılığı. Hüznü de bol; yoksulluk belasından et yiyemedikleri günler, küçük kardeşin kuş avlayıp getirmesiyle annenin gözyaşlarına dönüşüyor, bir de etli yemeğe. İHTİYAR BEN yaratıldığı gibi duruyor, maceralarına bir başka çocuğun zihninde çıkacak.

Kemal Abi cenazeden sonra kitabı istemeseydi iyiydi ama devletin işleri işte, bürokrasinin zamanı yoktur, aralık pencereden giriverir.

Teyzem O Burhan'lı Günleri Nasıl Atlattı?: Çağıldaklı gülen teyze, sırf bunun için sevdim Duman'ı.

Ayten Teyze belli ki aşık olduğunda gözü dünyayı görmeyen biri, işinden olduğu ve annesine bunu çaktırmamak için elinden geleni yaptığı sıralarda, Mamak'a kış inmek üzereyken kendi gibi sıkıntıya teyelli Burhan'la tanışmasa içinde uçuşmaya başlayan kuşlar kendi başlarına kuğurdar, yalnızlıktan gözlerini kapayıp dünyayı karanlığa boğardı. Öyle olmadı. "Baykuş virane sever" bu öyküde geçer, Burhan'ın sıkıntılarıyla Ayten Teyze'ninkiler birleşince birbirini götürür diye düşünüldü. Teyze işsiz kaldığında anlatıcı olan çocuğun ailesinin yanına taşındı, çocukla aynı odada yatarlardı. Geceleri camdan dışarı bakan teyzenin çiçek dürbününe dönüştüğü zamanlardı bunlar; çocuğu hayal dünyasına soktuğu gibi sayısız rengini paylaşmaktan çekinmezdi. Burhan'la evlendiler, adam iç güveyi geldi, bir odada üç kişi oldular. Çocuğun saklı bir şey olarak düşündüğü hareketlerinin ardından hızlı hızlı soluklanırlar, paylaşılan bir uykuya dalarlardı.

Burhan ölene kadar. Yol açtığı yıkımı anlatmaya gönlüm yok.

Eriyen Gelin: Böyle güzel bir öykü bilmem bir daha yazılır mı? Yazılır ama başka bir anın duygusuna dahil olur, ben bu öyküyü okuduğum anı duvarıma astım, bakıp bakıp mutlu olurum.

Yollar kar, abi gelecek. Aile abiyi bekliyor, bir de abinin getireceği gelini. Babanın içtiği Maltepe'den hasta annenin yattığı yatağa her şey hazır. Gelin, her bir karakter tarafından güzelce kurgulanıp kişiliğe büründürülür. Düşü kurulan, ailenin yaşamına kaynayacak biri. Tabii o da bir düş değilse, gerçekse.

Şunu bırakıp bitiriyorum: "Bir ara abim boşluğa baktı, neden sonra annemi görmek geldi aklına. Korkunç, ıstıraplı hastalıktan habersiz, kalkıp yatağın başına gitti. Annem, sevindi onu görünce. Alnı kızararak. Sanki abimin sesi bir teneke baldan geliyor. - Ne güzel olmuşsun, dedi. Erik ağaçları hakkında bir şey sordu. Sorunca yaşlar süzüldü abimin gözünden. Neden bilmem; insan erik ağaçlarının nasıl olduğunu sorduğu zaman artık ölüme mi yaklaşmıştır?" (s. 53)

Birkaç öykü daha var, hepsi birbirinden güzel.

Faruk Duman ne kadar da maharetli bir hikâye anlatıcısı! Kurgusu hikâyeyi incitmez, inceliklidir. Bir bakın bence.

29 Haziran 2017 Perşembe

Arthur Schnitzler - Ölmek

Freud'la dirsek temasının ürünüdür Schnitzler, aynı şey Freud için de geçerlidir belki. "Bilimlerin çerçeve içine aldığı şeyler önce sanatta belirir" dalgası. Yakın arkadaşlar, birbirlerini çok iyi tanıyorlar ve birbirlerinden esinleniyorlar. Ne güzel. Freud'un araştırmaları hakkında yeterli bilgi sahibi olsaydım da elimde Ölmek'le kıyaslayabileceğim bir şeyler olsaydı keşke. Öyle bir durum yok, kitaplardan anlamadığımı en müstesna biçimde göstermeye devam etmeliyim.

Felix çökmüş bir halde Marie'nin yanına geliyor ve kadını kanser edene kadar derdini söylemiyor. Gidecekleri yerler var, güzel anlar yaşanacak ama Felix'in bedeninde bu güzel anları zehirleyecek bir hastalığın izleri bulunduğu için adam kendini kapatıyor, nice ricadan sonra hasta olduğunu ve bir yıllık ömrü kaldığını anlatıyor. Marie Felix'i çok sevdiği için o da Felix'le birlikte ölmek istiyor, en azından başlarda. Roman bir bakıma ölümün kabullenişi sırasındaki aşamaları takip ederek ilerliyor ama dinginlik aşamasına hiçbir zaman ulaşılamıyor, Felix'in ölmekle ilgili sıkıntıları büyük. Hepimizin hissedebileceği gibi.

Ölüm düşüncesi bir ötenin varlığını yok eder, daha fazlasının olmayacağını söyler, bilinen toprakların sonuna bayrağını diker ki bilinmeyenin ötesine yapılacak yolculuğun başka bir bilinçle -belki de bilinçten bağımsız bir şekilde, kim bilir- başlayacağını söyler böylece. Bu düşünceyi unuturuz ve akıl sağlığımızı böyle koruruz; bir savunma mekanizması olarak unutmak, işini iyi yapar ve yaşamımıza devam etmemizi sağlar. Mekanizmanın işlemediği zamanlarda ölümün bir virgül olduğunu kabul edene kadar amaçlarımız, alacağımız kararlar hasar alır, sonuçta bilinmeyenin sınırındayken şeylerin önemi yiter. Bir ay sonra öleceğimi bilseydim kabullenme aşamasına kadar -çok az insan varırmış buraya- denizin, ağacın, rüzgârın, yazacağım kitapların hiçbir önemi kalmazdı. Aitlik duygusu kaybolurdu, sevdiklerime bir ölçüde sahip olduğumu düşünmek beni rahatlatan bir şeyse bundan uzaklaşırdım. Sahip olmak pek doğru değil, güzelliklerin bir parçası olmak daha doğru oldu ama işin bencillik boyutu her zaman orada bir yerdedir, yitirileceklere karşı bir haset filizlenir. Ben yokum ve siz var olmaya devam edeceksiniz, öyle mi? Bildiğimiz dünyanın biçimlendirdiği bilinçten bu kadar, öbür taraf hiç önemli değildir. Ölmek, gitmeyi hiç istemediğim bir yere gitmek demektir ve özgür irademin, karar mekanizmamın ötesinde, beni hiç sallamayan bir şeydir.

Öyle midir? Değişir. Sonuçta ölüm hakkında ne düşünürseniz düşünün, insan bir tek kendi ölümünü ölecektir, bu biricik bir deneyimdir ve yaşamınız ölüme karşı nasıl biçimlenirse biçimlensin sona erecektir. Felix'in bunu kabullenememesi ve aşık olduğu kadını ölümüne dahil edip etmeme konusundaki fikirlerinin yol açtığı bunalımlar... Dertli bir novella bu.

Alfred'e giderler, Felix'in doktor arkadaşına. Alfred Felix'in hastalığının geçebileceğini, hava değişimi için doğanın kalbine gitmeleri gerektiğini söyler ama Felix'in daha o an, en başta ölümü kabullenişindeki katılıktan bir şeylerin yolunda gitmeyeceği bellidir. Ölümden kurtulamayacağını düşünür ve çok katmanlı kıskançlığı onu yavaş yavaş ele geçirir. Öncelikle Marie'nin yaşamına devam edeceği düşüncesi yüzünden mutsuz olur, sonra yarım kalacak fikirleri yüzünden mutsuz olur, ölüm aklında olduğu müddetçe mutsuz olur kısaca. İkilinin arasındaki tartışmaların arasında yer alan bireysel düşüncelerin anlatıldığı paragraflarda Felix'in kabullenme aşamasına yaklaşıp uzaklaşmasını izleriz. Kaybetmeyi olağan bir olay olarak benimsediği bölümlerde aydınlanır hatta iyileştiğini, ölümün kendisine hiç uğramayacağını düşünür. "Yaşamak arzusunu yenmemişti, sadece ölüme artık inanmadığı için, ölüm korkusu onu terk etmişti." (s. 27) Nazım Hikmet'in ceviz ağacı dikmekle alakalı dizelerini hatırlıyorum, bir de Jankélévitch'in ölümün yaşam düzlemindeki yerini irdelemesini. Durumun Marie'ye yansıması aidiyet üzerinden yürür; Felix iyi hissettiği sürece birbirlerine aittirler ve yaşamak güzeldir, tersi durumda Marie'nin aitlik hissedeceği hiçbir şey kalmaz, uzun vadede özgürdür ve sevginin sonlandığı noktadan itibaren ihtimallerin kapısı aralanır, yaşamın zenginliği aşkı bile siler.

Bir adım geri çekilmeler üzerine kurulu bir metin; Marie'nin kendisinden kaynaklanan mutluluğunu gören Felix, kötü hissetmeye başlar başlamaz bu mutluluğu kıskanmaya başlar ve Marie'yi özgür bıraktığını söyler. Kaybetmenin acısından kurtulmak ister kısaca, bu durumda Marie de bir adım geri çekilir ve üzüntüsüne geriden baktığında içinde bir mutluluk doğar, sevgiye karışmış acıma duygusundan kurtulmuştur ve hayatının bu duygu olmadan çok daha iyi olduğunu fark eder. Tabii Felix'in yanındayken mutsuzluğu da geri döner ama çatışmanın başladığı noktadan sonra curcunalı kopuş gelecektir. Geriye atılacak adım kalmadığı zaman, olaylar daha geniş bir çerçeveden değerlendirilemediği zaman ölenin öfkesiyle yaşayanın yaşama duyduğu sevinç birbirini iter. Bakınız, Marie güzel bir manzara karşısında duyduğu hayranlığı dile getirince Felix'ten bir baş hareketinden başka cevap alamıyor ve tam da bu duygunun orta yerinde Felix hayattan keyif almanın zamanının çoktan geçtiğini, hak ettiklerinin yoğun bir mutsuzluk olduğunu söylüyor. Marie böyle düşünmüyor, zaten bunu hak etmediğini de belirtiyor. İş öyle bir noktaya geliyor ki Felix'in kendisini zehirlemesinden korkuyor.

Bu kadar spoiler yeter sanırım, son hakkında hiçbir şey söylemiyorum.

Şahane, alınız.

28 Haziran 2017 Çarşamba

Charles Foster - Hayvan Olmak: Bir İnsanın Hayvana Dönüşmesinin İzini Sürmek

Beyaz Diş'teki kısıtlı bir özdeşleşme değil, mecazlara gömülü bir esrime de değil, tam anlamıyla vahşi bir varlık olmaya çalışmanın hikâyesidir. Bilişsel işlemleri bilinçli bir şekilde kısıtlamaya çalışıp algıların dünyasına adım atmak zor ve yazar çoğu noktada başarısız oluyor, başarısızlığını kendi de kabul ediyor ama başarabildikleri bile evrimin bir noktasında çılgın bir gelişim gösterip zaman geçtikçe giderek uzağına düştüğümüz dostlarımızla zamanında benzer dünyaları paylaştığımızı ve bu dünyaların içinde yaşadığımız, sömürüye ve tüketmeye dayalı dünyaya göre çok daha doğal ve eğlenceli olduğunu gösteriyor. Bir zamanlar doğayı daha iyi duyumsuyorduk ve algılarımız bombardıman altında değildi, her şey daha basitti ve daha yaşanabilirdi, yaşamaya değerdi de diyebiliriz. Foster bir anlamda da insanın kaybettiği vahşiliğin nasıl bir şey olduğunu hatırlatıyor, uçaktan atlayarak değil belki ama solucan yiyerek ve sülüklerin içinde gezinerek.

Geçmişten günümüze hayvanlarla -dostlarımızla, akrabalarımızla veya aklınızdan geçeni de koyabilirsiniz- kurduğumuz ilişkilerimizin köreldiği açık. Habitatımız içinde öylesine farklılaştık ki beslenme şeklimizden hissettiklerimize kadar her şey yaşamımızı göz önüne alarak söylersem geri dönülmez bir biçimde değişti. Amiyane bir şey söyleyeceğim, Ege kıyısında bağ evi falan alıp şehirden basıp gitmek istiyoruz. Bir ölçüde doğaya dönüş. Endüstri toplumundan uzaklara, tabii her türlü elektronik aleti geride bırakarak ama o kadar da dönülmeyecek doğaya, tamam, o da iyi. Bunun için enerji ve para lazım, insanın ne olduğunu hatırlayabileceği bir yere gidebilmesi için insanın ne olduğunu unutturan şeylere ihtiyacı var. Harari'nin Tarım Devrimi'nin neden geri çevrilemeyeceğini anlattığı bölümü hatırlıyorum, geometrik artış öyle bir noktada ki geri alınacak gibi değil. Alışkanlıklar biçimlenmiş, nesiller boyunca benzer yaşamlar birbirini izlemiş, dolayısıyla bu noktada ütopik bir çözüm, olağanüstü şartlar ortaya çıkmadıkça iş hayal boyutunda kalacak. Neyse, zamanında duvarlara insan-hayvan biçiminde çizilen resimler çok gerilerde kaldı, aynı biçimde kurgulanan tanrılar da hatıralık olarak masaları süslemeye başladı, zaten formlar da iyice farklılaştıktan sonra bağ koptu.

Koptu mu?

"Wittgenstein eğer bir aslan konuşabilseydi bile, dünyası bizimkinden çok farklı olduğu için tek bir kelimesini bile anlayamayacağımızı söylemişti. Yanılıyor. Yanıldığını biliyorum." (s. 39)

Foster dört hayvanın yaşamını yaşamaya çalışıyor, eğlenceli anlatımıyla da insan olmanın çizdiği sınırların ötesinde, bir zamanlar ortaklık kurduğumuz yaşam biçimlerini hatırlayabilmenin mutluluğunu anlatıyor. Çamurlar içinde uyumak, böceklerle beslenmek ve başka bir sürü şey belki başlarda mutsuzluğa yol açmış olabilir ama... Böyleydik, farklı mıydık sanki?

Toprak, su, ateş, hava. Her biri için bir hayvan.

Porsuk: Ağza bir solucan attığınızda yemek borunuza yönelmiyor, dişler arasında bir boşluk bulmaya çalışıyor. Isırırsanız balçık ve toprak tadı gelir ama solucanın cinsine ve mevsimlere göre değişir bu tat. Porsuklar için açık büfe gibi düşünebiliriz, beslenmelerinin %85'ini solucanlar oluşturduğuna göre ekmek topraktan, su gölden, ne güzel dünya!

Foster oğluyla birlikte porsuk oluyor, ev yapma niyetiyle bir tünel kazıyor ve durmadan hapşırıyor, muhtemelen porsukların burunlarının ucundaki, burun deliklerini kapatan kas parçası kendisinde bulunmadığı için. Fiziksel farklılıkların yanında algısal olanlar da var, babayla oğlu bir süreliğine uyutmayan sesler, ıslak toprak mesela. Bu farklılıklardan yola çıkarak hayvanların duygulara sahip olup olmadıklarını irdeler Foster, Darwin'den örnek verir, keyifli bir uyarıcıyla karşılaşıldığında kasların gerilmesinden bahseder falan. Eh, koşullanmayla duygulanma arasındaki farka dikkat etmek gerekiyor sanırım. İşin uzmanı değilim, Foster'ın fikirlerini daha sonra ölçüp biçmek üzere aldım sadece. Adam kısaca böyle bir şeyin -hayvan duyguları- var olduğunu söylüyor.

Koku olayını da anlatıp geçeyim. Bu sevimli hayvanların dünyası büyük oranda koklama üzerine kurulu olduğu için bilemeyeceğimiz bir şekilde tasarlanmış oluyor. Biz, bize uydurduğumuz dünya tarafından biçimlendirilmiş -kirletilmiş?- canlılarız, bilişsel bir harita oluşturabilmek için gözlerimize muhtacız. Ormanda durum değişir, Foster bir porsuk gibi koku alamadığı ve kokuyu değerlendiremediği müddetçe benzeşimin gerçekleşmeyeceğini bildiği için burnunu kullanmaya başlıyor. Bir bilgi kaynağı olarak dünyanın nasıl bir değişim geçireceğini düşünmek mümkün değil, buna yakın bir şeyi yaşamadıkça bilemeyiz. Dönüşte Foster'ı sudan çıkmış balığa çeviren de bu değişim; motor sesleri, bağırarak konuşan insanlar, koku kaosu... Doğal yaşam alanlarından çıkıp insanların arasına karışan bir hayvan için ne büyük eziyet!

Susamuru: "Susamuru olmak uyuşturucu etkisinde olmak gibidir. Şehir hayatında yasal sorun çıkarmayacak tercihlerle bunu yapmanın tek yolu, birkaç gece her saat başı double espresso içip soğuk duşun altına girmek, ardından hâlâ kıpırdayan balıklarla yapılmış koca bir sushi tabağını kahvaltı niyetine mideye indirip kısa bir uykunun ardından yeniden başa dönmek ve bunu ölene dek tekrar etmek olabilir." (s. 91)

Dünyaların dönüştürülemeyeceğini, yaşamı algılamanın seksen farklı yolunun birbiriyle pek az noktada kesişebileceğini kabullendiğini söylüyor Foster, yine de bu tür benzetmeler yapmadan ve uyku, beslenme vs. gibi faaliyetlerin istatistiklerinden yola çıkarak türleri karşılaştırmadan edemiyor. Komik de bir herif.

Bok mesela, susamurları için bok çok önemli. Bölgenin sahiplenildiğinden besin kaynaklarının varlığına kadar pek çok şeyin göstergesi olabilir. Belli bir süre için. Güneşin altında uzunca bir süre beklemiş bokun taşıyacağı pek bir mesaj yoktur, sadece sağlık durumu hakkında bilgi verebilir, o da susamurlarının pek dikkatini çekmez.

Foster susamuru oluyor, onlar gibi sinek yiyerek besleniyor, su kenarında yatıyor, yalnız geziniyor, avlandığı sırada seksle kıyaslayacağı bir haz hissediyor. En çok zorlandığı şey herhalde susamuru olmak, zaten pek de sevmiyormuş bu hayvanları.

Tilki ve geyik var, onlara girmiyorum. Geyiğe biraz gireyim gerçi; adamımızın av köpeklerine kendini koklatıp ormanda bir geyik gibi kaçtığı bölümlerde, eh, okur da kendini geyik gibi hissedebilir.

Muhteşem bir deneyim, Foster'ın yerinde olmak isterdim. Doğa hakkında kafayı azıcık yormuş biri bu kitabı da sever bence.


Mavis Gallant - Paris Öyküleri

Gallant öykülerin roman bölümleri olmadığını, arka arkaya okunmamaları gerektiğini söylüyor. Her öykücü için aynı şey geçerli olmayabilir ama kendi öykülerinin kozmosundan çıkabilmek için bu yöntem şart. Tek bir öyküsüyle kıyaslayınca çok rahat okunabilen romanlar biliyorum, okuru vakumlayıp içeride tutmazlar ama Gallant'ın dünyaları öyle yoğun, karakterleri o kadar detaylı ve kanının aksine o kadar basit bir şekilde kurulmuşlar ki çekim gücüne karşı koyabilmek mümkün değil. Olumsuz bir durum yok, sadece mekandaki en küçük bir detayın bile karakterler üzerinde derin etkiler bırakabileceğini aklınızdan bir an bile çıkarmamanız lazım. Bu öyküleri okumak emek isteyen bir deneyim olacak.

Yüz Kitap'ın işi yine. Bastıkları bir kitabı okuduktan sonra Haydarpaşa'daki fuarda mekanlarına gidip bastıkları bütün kitapları almıştım, aynı çizgide devam ederlerse kaçırmam, ne basarlarsa alırım. Böyle yetenek kumkuması yazarlarla tanıştırmaya devam etsinler, ne güzel!

Gallant gazeteci olarak çalışırken gözlem gücünü geliştiriyor ve anlatacağı hikâyeleri bu süreçte biriktiriyor ama çocukluğundan itibaren gelen bir anlatımcı ruhu var, kağıt insanlarını durmadan konuşturur ve hikâyeler uydururmuş. Diyaloglarının duyulmadığını sanırmış ama sesli bir dünyaymış onun kurduğu, belki diyaloglarının son derece doğal ve başarılı olması buna bağlıdır. "Belki de yazar, aslında kılık değiştirmiş bir çocuktur, yetişkinleri bir çocuk berraklığında, atmosfer netliğinde görür, yetişkin davranışını anlamlandırmaya çalıştıkça doğaçlamaya girişir." (s. 438) Bir fotoğraftan veya tanıklık edilen bir andan yola çıkabiliyor Gallant, karakterleri çerçeveye oturttuktan sonra sözcükler beliriyor ve planlı olduğu kadar plansız da ilerliyor hikâye, bazı öykülerin sonu belli olduğu kadar bazılarının gideceği nokta belirsiz kalıyor, ta ki oraya varıldığı sezilene kadar. Yaşamın küçük bir kopyasını çıkarıyor Gallant, bunu sezgilerine yaslanarak yapması kurguyu gerçeğe yaklaşabileceği kadar yaklaştırıyor.

Öykülerin içeriğini nasıl anlatacağımı bilemiyorum, sadece detaylara odaklansam fikir verir.

Fularlar, Boncuklar, Sandaletler: Theo Schurz ve Mathilde üç sene önce boşandı, Mathilde Alain Poix'yle evlendi, üçünün arası iyi. Küçük şeyler var; mesela Theo için adamın soyadı değişkenlik gösterebiliyor. Poids olur, Poisse olur, akılda tutulmayacak kadar önemsiz bir detay. Mathilde için problem değil, Theo'nun sosyal ilişkilerdeki duyarlılığı bu kadar, boşanmalarına yol açan şey de bu yetersiz duyarlılık zaten. Mathilde'in bahsettiği "ruhsal düzey" nedir, ne anlama gelir, bilmiyor Theo ama bu düzey Alain'de iyi, onu biliyor. Mathilde'in Alain'le daha mutlu olacağını da biliyor, kendi akışkan dünyası Mathilde için bir dayanak noktası oluşturmuyor. Başlarda aralarında bir şeyler vardı, Mathilde'i çeken şey Theo'nun görkemli geçmişi ve ressamlığıydı ama adam mesnetsiz olunca dünyaları çatırdıyor ve anlaşmazlıklarının bir yığın oluşturan küçük sebepleri ayırıyor onları. Hayat devam ediyor sonra, ne olursa olsun.

Matmazel Dias De Corta: Ev sahibi kadın, oğlu Robert ve adı geçen matmazel hakkındadır. Birkaç öyküde görüleceği üzere zaman olaylarla belirlenir, yıllarla değil. Uzamın mekan boyutu daha ağırdır. Neyse, aralarında derin bağlar kurulur, oyuncu olmak isteyen matmazelin telaffuz hataları üzerinde çalışılır ve paylaşımlar arttıkça -Robert'la aynı yatağı paylaştıkları da olmuştur- kopuşun etkisi de ağırlaşır. Birkaç yıl sonra matmazeli televizyonda görürler, kadın istediğini elde etmiştir ama geride kalanlar özlem içindedir, kadının ödemediği kirayı bile istemezler, sadece onunla haberleşmektir istedikleri. Bu.

450 sayfalık bir canavar, benden bu kadar. Sağlam öyküler, ben on günde araya birkaç kitap sokarak bitirebildim, bir solukta okunacak bir şey değil yani. Şiddetle tavsiye ediyorum. Sopayla, silahla, ağır sanayi hamlesiyle falan.

27 Haziran 2017 Salı

Zeyyat Selimoğlu - Eski Defter'den Yeni Defter'e

Selimoğlu'na bir mektup gelir, Hamburg Merkez Kitaplığında "Çağdaş Alman Edebiyatının Türkçe Çevirileri" konusunda etkinlik düzenlenecektir ve Selimoğlu da Siegfried Lenz'in çevirmeni olarak etkinliğe davet edilmektedir, Lenz ile tanışacak ve kitaptan bölümler okuyacaktır. Önce bir yanlışlık olduğunu düşünür, sonra Hamburg rüyalarına kapılır ve o arada çevirinin üç çeşidinden bahseder: Yayıncının talebiyle yapılan çeviri, yayıncıya götürülen çeviri ve basılıp basılmayacağı umursanmayan, tamamen tutku ürünü ortaya çıkan çeviri. Üçüncü türdür Selimoğlu'nun çevirisi; kitaba duyduğu heyecanı ona Almanya yolunu açar, bir de Eski Defter'den Yeni Defter'e ikinci bir bilet sağlar.

1936-1944 arasında Alman Lisesi'nde okuyan Selimoğlu, öğrencilik yıllarını anlatırken II. Dünya Savaşı'nın Alman Lisesi çerçevesinde bir izdüşümünü sunmakla birlikte öğrencilik hayatının ve entelektüel gelişiminin de izini sürer. Yeni Defter boyutu Almanya yolculuğunu ve edebi birikimi ortaya koyar, ikisi arasındaki geçişler bir şiirin dizeleriyle veya Taksim'in değişen yapısının şahitliğiyle sağlanır ki çok ince iştir; 55 yıllık bir zaman aralığında gidip gelmenin yolu birikimdir, Selimoğlu'nun yıllar boyunca biriktirdiği anılar hiç umulmadık yerlerden ortaya çıkar, çağlayan gibi dökülür. Güzel anılar bunlar, Selimoğlu yazarken pek duygulanmıştır diye düşünüyorum. Öykülerini henüz okumadım ve eksikliğini duyuyorum, bütün kitaplarını da edindim oysa. Bu kitabı başlangıç olsun.

O zamanlar özel okullar deli paralar istemiyor öğrencilerden, Selimoğlu'nun babası çocukları yabancı dil öğrensin diye her birini farklı özel okullara veriyor. Zeyyat'ın istikamet Alman Lisesi. Disiplinli, katı bir okul. Almanya'nın dünyayı ele geçirme planlarının eyleme dökülmeye başladığı zamanlar olduğu için karışık yıllar, zaten okul da Selimoğlu'nun mezun olmasıyla on yıla yakın bir süreliğine kapanıyor, sonra açılıyor falan, bir sürü olay.

O zamanların Taksim'i çok hoş; Sait Faik'i hızlı hızlı yürürken görmek, Markiz ve Lebon'da frigo yemek, çeşit çeşit heyecan. Hepsi eskiye gömülmüş durumda, tramvayın dokuyu bozduğunu söylüyor Selimoğlu. Caddenin şimdiki halini görseydi neler söylerdi acaba? Bir de Tünel kazası var, çok fena. Arkadaşıyla birlikte biniyorlar, sonra halat(?) kopuyor, yokuş aşağı tam gaz. Ölümlü bir kaza, ciddi mevzu. Yaralı olarak kurtuluyorlar ama korkudan ödü kopuyor çocukların. Önlem yerine "artlam" kelimesini kullanıyor Selimoğlu, kazadan sonra halat yenisiyle değiştirildiği için. İronik mizahını çok sevdim.

Eski Defter'e odaklanacağım, diğerini bilmek isteyen kitabı edinebilir.

O zamanlar tören salonunda iki resim var; Atatürk'le Hitler'in resmi. Karşılıklı. Nazi propagandası yasaklanmış ama alttan alta yapılıyor yine, hatta öğrencilerin Ari ırktan olup olmadıklarını anlamak için kafatası ölçen öğretmenler bile var! Goethe ve Schiller haricinde bir yazar okutulmuyor ama Nazi rüzgarına kendini kaptırmayan sağduyulu öğretmenler de var, bir tanesi çekinerek Stefan Zweig'ı okumalarını öneriyor, okulda okutulamıyorsa da dışarıdan edinilebilir.

Çeşit çeşit öğretmen var ve Selimoğlu aklında yer edenleri tatlı bir üslupla anıyor. İğneledikleri kadar takdir ettikleri de var; okulun müdürü son derece eşitlikçi ve mantıklı bir adam, yamuğu yok. Yahudi düşmanı olanları iğneliyor Selimoğlu, hatta yetiştiriliş tarzlarını da kurgulayarak içine düştükleri kara çukuru betimliyor. Onlar yüzünden okuldan ayrılan Yahudi arkadaşlarını özlediğini söylüyor. Bir süre sonra, savaşın kaybedilmesine yakın bir zamanda Alman gençlerin ve öğretmenlerin çoğu orduya katılmak üzere Almanya'ya gidiyor, içlerinde sevilenler de var. Kimilerinin ölüm haberi geliyor, kiminden bir daha haber alınamıyor. Sadece acı sonlar yok, aralarından New York'ta ünlü olan klasik müzik piyanistleri de çıkıyor.

Bir dönemi aydınlatıyor Selimoğlu; filmlerden veya kitaplardan o dönemin savaşa karşı toplumsal duruşu hakkında bilgi edinilebilir ama başka bir ülkedeki Alman mikrokozmosunda yaşananlar çok ilgi çekici. Çok naif bir anlatıcı aynı zamanda, şeker gibi anlatıyor yaşadıklarını. Baskısı kalmamış olabilir, sahaflarda bulursanız kaçırmayın.


Şunu da koymasam olmaz şimdi:

24 Haziran 2017 Cumartesi

Max Porter - Tüylü Bir Şeydir Şu Yas

Depresyona kapı aralayan bir yasın iki yönlü etkisinden biri, çok iyi bir yas tutucu olarak söyleyebilirim ki dönüşebileceğim ve olduğum her beni aynı ana tıkması. Sanki tek bir yas varmış da yaşamıma yayılmış oncasını birleştiriyormuş gibi, oradayız, sayısız parça -travma, nevroz, melankoli, ne varsa- halinde yere dökülebiliriz ve toparlanmak yerine öylece kalmak daha az çaba gerektirir. İkinci etki, parçaların birbirine dönüşebilmesi. Kolektif bir yasta daha belirgindir bu. Kimlikler değişir, zamanlar içindeki benler onlarca role bürünür; baba ben/çocuk ben/eş ben ve diğerleri. İçsel bir bölünme bu, bir de kişiler arasında yaşananı mevcuttur, ilişkileri yeniden yapılandırır. Çocuğun kendi anne veya babası olması mümkündür. Kaybettiklerimizin ardından kim olduğumuzu tekrar ve tekrar buluruz, belki de bulamayız ve ben bambaşka birine çıkar. Yıkıcı, buruk.

Zezé'nin arkadaşlarını, özellikle kurbağasını hatırlıyorum. Mekan değişimi sonucunda ortaya çıkıyordu ama asıl olay bir şeyleri geride bırakmaya yardımcı olmaktı, aynı şekilde geleceğin getireceklerine karşı da. Çocuk büyüyünce, kişiliği geliştikçe arka planda kalıyor ve ortadan kayboluyordu. Bir aşama olarak erginlik, zorlu bir yolun sonunda. Yas süreç olarak buna benziyor biraz, hatta bizim Karga da.

Anne düşüyor, başını vuruyor ve ölüyor. Baba iki çocuğuyla kalıyor, bir de karga ekleniyor aralarına. Çat kapı. Kurbağayla aynı muhabbet; kendisine ihtiyaç duyulmayana kadar orada duracak. Baba zannediyorum edebiyat araştırmacısı, Ted Hughes'un şiirleri hakkında Karga adlı bir araştırma üzerinde çalışıyor. Kuzgun da olabilir, bilemedim şimdi. Bu araştırma bitene kadar Karga orada. Kargayla birlikte temsil ettiği, çağrıştırdığı, imlediği her şey de orada. Mitik anlatılar, duygular, takıldığı bir iki şairden birinin melankolik şiiri de dahil. Yüzleştirecek, koruyacak, acı verecek ve mutlu edecek, annenin ölümüyle kopup giden yaşam geri gelene ya da doldurulana kadar bir replika olarak ailenin yanında kalacak. Karga yaşamın bir metaforu, ölümün de. Her şeyin.

Anlatı parçalara ayrılmış durumda, anlatıcı Karga, Baba ve Çocuklar arasında gidip geliyor. Karga'nın monologları başlarda son derece dağınık, çağlayan bir bilincin ürünü ama sonradan bunun bilinçli bir tercih olduğunu görüyoruz, Baba'nın yaşama uyum sağlama aşamasında ihtiyaç duyduğu biçem bu.

Her bir anlatıcı bir diğerini kendine veya diğer anlatıcının rolüne bürüyor. "Annesiz çocuklar saf kargadır." (s. 25) Karga'nın dediği. Çocuklar Anne'nin rolünü sürdürüyorlar. Büyük harfle Anne, kendisi anlatıcı olarak orada değilse de yokluğu bütün anlatıcıları bir araya getirdiği için orada aslında. Neyse, Baba'nın ironiye, Anne'ye ihtiyacı var ve Çocuklar'ın Anne olmaktan başka çıkar yolları yok. Baba için, kendileri için en iyisi bu. Herkes herkesin yerine geçebilir, geçiyor da ama kalıcı olarak değil, ödünleme sonucu belli bir oranda iyileşme sağlanana kadar. Kendi içlerindeki değişim de sürüyor bir yandan. "Karga'nın doğal benliği ile medeni benliğinin, leşçil ile filozofun, tam varlığın tanrıçası ile kara lekenin arasında, Karga ile kuşluğu arasında büyüleyici, devamlı bir yer değiştirme var. Bu bana yas tutma ile yaşamanın, o zaman ile şimdinin arasındaki yer değiştirmenin aynısı gibi geliyor. Ondan çok şey öğrenebilirim." (s. 31) On dört aylık bir sürecin üçe ayrıldığı bölümlerin ikincisi bu değişimlerin yol açtığı biçimde yasa alışma süreciyle geçiyor. Karga'nın gördüğü kabuslar başarısızlığı çağrıştırıyor, Baba'nın özlemi süreğen acının hiç dinmeyeceği duygusunu uyandırıyor, sanki hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi. Depresyon işte; yeni bir şey olamaz, her şey Kristeva'nın Kara Güneş'inin altında yitmiştir, akmayan bir zamana hapsolan kişi için yaşam o andan, o yoksunluktan ibarettir.

Ayrıntılara daha fazla girmeden bitireceğim. Yas görmezden gelinmez, benimsenir ve varlığı sözlü bir anlaşma olarak kanıksanır. "Üstümüze atılmış acıyı kimse ne yavaşlatsın ne hızlandırsın ne de düzeltsin." (s. 107) Baba'nın hayatına giren kadınlar kalıcı değil iyileştiricidirler, anıların yas zincirinden kurtulup birer birer ortaya çıkmaları da öyle. Birinde Baba'nın on sekiz yaşındaki haliyle karşılaşırız, Ted Hughes'un konuşmacı olduğu bir oturuma katılan genç hayran. Hughes hakkında bir yorum yapar, konuyu dağıtır, uyarılır ve gözleri dolu dolu olarak salondan çıkmaya yeltenir. O sırada Ted Hughes'un elini omzunda hisseder, adam, "Evet," deyip uzaklaşır. Bu iyi bir şey, şair hakkındaki araştırmanın bitmesi de öyle. Karga ayrılma iznini alır, Anne de. Küllerinin savrulmasıyla birlikte yas yaşama eklemlenmiş olur. Kabullenilmiş yas yaşamın önünde bir engel değildir artık, bir nirengi noktasıdır, her şeyi bir arada tutan taşlardan biridir.

Oyunculluğuyla, metaforlarıyla muhteşem bir kitap, Monokl yine yapmış yapacağını ama gömülecek bir iki nokta var, söylemeden edemem. Ambalajdan bahsedeyim biraz, mesela bu kapak niye böyle? Tamam, risk alıyorsunuz ve bir ilk kitap basıyorsunuz ama kapağı mahvetmenin lüzumu yok ki. Knausgaard hesabı, övgüler için ayrı sayfalar olabilirdi veya arka kapak kullanılabilirdi. Şu hali güzel değil.

Birkaç yazım hatası var, o kadar olur ama bence "Foo Dövüşçüleri" ayarında bir ayıp var, o olmamış. "Birçok insan, aslında Shakespeare'e, İbn Arabî'ye, Şostakoviç'e, Howlin'e Wolf'a ihtiyacım varken, 'Zamana ihtiyacın var,' dedi." (s. 48)

Howlin'e Wolf'a? Howlin' Wolf o, alemin en kral blues müzisyenlerinden. Bir şarkısını koyuyorum.

Jon Fosse - Sabahtan Akşama

Poe'nun bir öyküsünde sahibi tarafından çağrılan uşak odaya girer. Ölü olmasına rağmen. Alışkanlık.

Yüksek lisansta sınıf arkadaşım anlatmıştı, Ordu ve civarında nadiren görülen bir gelenek olarak tabut mezarlığa götürülürken sokak sokak gezdirilirmiş, ruh mezardan çıkıp evine dönmesin, dönüş yolunu bulamasın diye. Şamanların şarkılarını duyuyoruz, ne olduğunu bilmesek de.

"If I die tomorrow
I'd be alright
Because I believe
That after we're gone
The spirit carries on"

Dream Theater - The Spirit Carries On

Öte geçenin bilinmezliği hayal gücüyle tamamlanıyor, bu novella da mütevazı bir katkı. Norveç'in denizlerinin ve ağaçlarının arasında bir yaşam, sona erme biçimi yaşama dahil. Sabahtan sabaha aslında, ölümü bir başka sabah olarak düşünmek hoşuma gidiyor. Akşam faslı yokluğun ele alınış biçimiyle ortaya çıkıyor. Tanrı ve Şeytan çekişiyor, düalist mantığın işlerlik kazandığı yerde Tanrı'dan gelenle Şeytan'ın eziyeti birbirine karışıyor. Hiçlik, doğanın eninde sonunda bizi yüzleştireceği gerçek. Her şeye gücü yetmeyen Tanrı fikriyle insanın acizliği birleştiği zaman hiçliği sezmek olası. Olai bu orta noktayı oğlu Johannes doğarken saptıyor; Tanrı'nın hem çok uzakta hem de çok yakında olması insanın yalnızlığını artırıyor, insan pek umursanan bir varlık değil çünkü. Doğum da bu umursanmamanın acısını katlayan bir şey, zira Tanrı'nın bir hediyesi. Var olduğu varsayılan Tanrı'nın. Neyse, çocuk doğacak birazdan.

İki bölüm, ilkinde doğum ve Olai'nin sorgulamaları var. Fedakarlık, ceza, cılız bir, "Eli! Eli!" ünlemesi birbirine karışıyor, Johannes'in babası ilahi bir sorumluluğu da yüklenmiş oluyor böylece. Bebeğin feryadı bütün o seslere, seslerin kaosuna katılıyor. Birlik yok, her şey dağınık, dingin bir coğrafyanın boğucu sessizliğinde sezilmesi zor olan bir karmaşanın adı bir türlü konamıyor, sadece uyumsuz sesler var.

İkinci bölümde Johannes uyanıyor, olağanın aksine ağrısı sızısı yok. Güzel bir sabah, yaşlı adam her şeyi yapabilecek bir güce sahip. Kısa zaman önce ölen eşi Erna'dan kalan boş sandalye her sabah kendisini selamlıyor ama o sabah olabildiğince orada, Erna'yla ilgili anıları da orada, hatta Erna hiç gitmemiş gibi. Johannes ev işleriyle ilgilenirken arkadaşı Peter'la bir araya geliyor ve geçmişte yaşanan bir olayı tekrar yaşıyor. En başta köfte çakılmadıysa burada çakılır artık; birkaç fotoğraf, birkaç duygudan başka bir şey kalmıyor geriye. Ölü dost Peter'ın gözünden yaş geliyor, Johannes'in denize attığı zokanın batmaması kendi reddedilişini hatırlatıyor, tabii arkadaşı adına duyduğu üzüntü de var. Deniz artık Johannes'i istemiyor, dünyanın değişmesi gerekiyor. Yavaş bir değişim bu, Johannes'in yaşamından koparılıp alınması bir anda gerçekleşemeyecek kadar zor. Doğaya iz bırakmış ve doğayı ruhunun bir parçası haline getirmiş Johannes'in hazırlığı yavaş yavaş tamamlanıyor, zirve ve dip noktaları hatırlanıyor, tekrar yaşanıyor, biçimlendiriliyor ve kronolojik düzende işleniyor, yaşamdan sonra bile. Her şey olup biterken virgülden başka bir noktalama işareti yok, hayatın akışını bölmek mümkün değil. Akşama kadar bu minvalde ilerleyen hikâyenin sonunda Peter arkadaşını hazırlar, birlikte bir sandala(?) binerler, sandal gemiye dönüşür ve bir tek düşüncenin kaldığı o son anda beyaz bir dünyanın içinde bulurlar kendilerini. Bu gemiyle geçiş hadisesi de son derece mitik, Tolkien'ın dünyasından Kharon'a seksen çeşit örneği mevcut. Neyse, böyle bir son. Johannes'in cenaze töreninde gökyüzünde beyaz bulutlar vardır, güneş batmaya yakındır, yaşam göçmeye müsaittir. Ne güzel! Alışkanlıkların ölümden sonra da sürdüğünü görürüz, dostluklar sürer, her şey varlığını sürdürür, kişi kendinden başka bir şeye tutunmaz.

Dream Theater'la bitiriyorum, albümü de yıllar sonra baştan dinliyorum şimdi. Öldüğümde fonda çalacak beş albümden biridir herhalde, lisede onlarca kez dinlemiştim. Vay be. Kitap şahane kısaca, ıskalamayın derim.

Berk Kuruçay - Geriye Kalan: Bir Chris Cornell Retrospektifi

Hazırlıkta işin bir kısmını çözdük, kasetleri takıp dinlerken sınıftakilerin kafası az şişmedi. Armored Saint'ten Iron Maiden'a neler neler, bir de yarım yamalak gitaristliğimizle şarkıları utanmadan çalmaya çalıştık. O ara diş teli çok pahalı gelince annemi elektro gitar almaya ikna ettim. Dişlerim yamuk kalabilirdi ama jın jınsız olmazdı, klasik gitarla bir yere kadar.

Lise 1'de etrafımızda olan biten daha bir anlam kazandı, üzerine aşık da oldum, ziyade olsun. Ufukta Grunge belirmişti, sarıldık. Gerisi Seattle tayfası. Muhteşem dörtlü bizi fena sarstı, Kazaa'dan klip inecek diye günlerce heyecan içinde beklediğimi bilirim. O zamanlar gözümde canlandı kitabı görünce.

Berk Kuruçay genç bir arkadaş, muhteşem bir araştırmacılık örneği göstermese de derli toplu sayılabilecek, içi dolu turşucuk bir başvuru kitabı koymuş ortaya. Bu açıdan iyi ama araştırmacılıktan çok hayranlığın dili var, kitaptaki bilgilere de azıcık uğraşla internetten ulaşabilirsiniz. Kitabı biraz kurcalasaydım edinmezdim açıkçası, normalde bodoslamadan kitap almam ama oldu bir kere. Haydarpaşa'daki fuarın ortamı beni küçük, sevimli bir canavara dönüştürdü.

Cornell'in intihar ettiği geceyle başlıyoruz, In My Time of Dying hadisesi, eşi ve arkadaşıyla konuşmaları... Zihinsel olarak hazırlık yapmış Cornell, aldığı ilaçların etkisiyle olduğu söyleniyor ama kim bilir? Sebepsiz yere ölmek için çok genç olduğu söylense de gençliğin kimde olduğunu söylemek zor. "İntihar etmek için çok genç olmak" diye bir şey yok, diğer yandan milyonlarca sebep var intihar etmek için, bazılarının veya birinin sıkı bir baskısı yeterli. İntihar edenin arkada bıraktığı insanları düşünecek durumda olmadığı görmezden geliniyor, sanki herkesi arkasında bırakıp uzaklara gitmiş ama varlığını sürdürüyormuş gibi. O noktada insanların bir önemi kalmıyor zaten, herkes Caraco gibi ince olmak zorunda değil ki anneyle baba öldükten sonra intihar edilsin. Sonrasındaki suçlamalar saçma bu yüzden, istendiği gibi yaşamak -veya ölmek- için kimse çocuklarını, eşini düşünmek zorunda değil, bu özgürlük ağırdır ve ağırlığı ölçüsünde özgürlüktür zaten. Cornell'in yaşamına ve ölümüne saygıyla yaklaşıyorum, insan olmak zordur çünkü.

1960'lardan itibaren Grunge'a kadar müzikal anlamda neler olup bittiği güzelce ele alınmış, bir de Seattle ve ahalisi anlatılmış, o da güzel. Annesiyle babası boşanmış çocuklar ellerine gitar alıp üretmeye başlıyor, uyuşturucuya bulaşıyor ve yağmurun eksik olmadığı bir şehrin sokaklarını adımlıyor, bir de işçi sınıfının onurlu ve zor hayatını sıkıştırıyorum araya, temeller beliriyor. Cobain, Vedder, Cornell ve canım Staley'nin ortamı aşağı yukarı bu. Cobain: Montage of Heck'i izlerseniz fikir sahibi olursunuz, süper bir belgesel o. Neyse, ardından Temple of the Dog ve diğer üç kahramanın grupları geliyor, aralarındaki arkadaşlığı görüyoruz falan. Mesela şu ne güzel:


Sonda Chris Cornell'in bir röportajı var. Soundgarden, Seattle, Temple of the Dog ve Seattle Sound'la alakalı mevzulara kısaca bir değiniyor Cornell. Şehrin diğer kötü çocuklarını sevdiğini ve üretilen müziklerin birbirine pek benzememesinden duyduğu mutluluğu anlatıyor. Kendilerine özgüler, hiçbir şekilde değişmek istemiyorlar ve orijinal kalarak farklı işler ortaya koyuyorlar. Muhteşem bir durum bu; birbirine benzemek isteyen kimse yok, benzer kaynaklar var ve bu kaynaklardan doğdukları için birbirlerinden hem çok farklılar hem de farklı değiller. Ne güzel yapmışsınız ulan!

Böyle. Cornell'e saygı, sevgi.

22 Haziran 2017 Perşembe

Nikolay Leskov - Eski Zaman Delileri

Fulford, Anlatının Gücü'nde şehir efsanelerinin dünyayı hikâyelerle biçimlendirmenin bir parodisi olduğunu söylüyor ama işin parodi kısmı Leskov'un zamanında hikâyeden ne kadar farklıydı, düşünmek gerekiyor. Kolektif hafızanın biçimlenmesinde tarih yazımıyla birlikte halk hikâyelerinin, hikâye anlatıcılığının da büyük payı var. Leskov parodiyle hikâye arasındaki farkı ortadan kaldırıyor ya da ikisi arasında herhangi bir farkın bulunmadığı zamanlarda söylenceleri hikâye anlatıcısı olarak ele alıp yazına sol kanattan enfes bir koşu yapıyor, ileride Bulgakov, Çehov, Marquez var. Borges sağ kanattan ara ara destekliyor, o da ailesinden ve çevresinden dinlediği hikâyelerle büyüyüp bu hikâyeleri öykü olarak tekrar doğurduğundan iki yazarı aynı kefeye koyuyorum, büyük iş yapmışlar. Benjamin'in, "Ah, nerede o eski hikâyeler?!" diye hayıflanmasının ardından Leskov güzellemesinin gelmesi anlaşılır.

Sırayla gitmeyeyim, bu şehir efsanesi olayının neredeyse iki yüz yıl önce irdelendiği açıklamayı öne alıyorum. Eski Zaman Delileri'nde kurguyla gerçeğin birbirine oynadığı oyunlardan bahsedilir; örneğin yıllar önce duyulan bir olay sanki dün yaşanmış gibi anlatılır, bunu kahvede Hilmi Dayı da anlatabilir, sevdiğimiz bir yazar da. Tabii kimlik biraz değişmiştir; isimler, yer, olayın rengi falan, kulaktan girdiği şekliyle kalmaz, ağızdan/elden çıkarken farklıdır, başka bir şeye dönüşür. Leskov kendinden örnek veriyor, Bir Nihilistle Yolculuk öyküsünün gerçekten yaşanmış gibi anlatıldığını duyduğunda dehşete düştüğünü söylüyor.

"'Nasıl yani,' diye düşündüm, 'kısırlık' artık yalnızca edebi yaratıcılıkta değil, yaratıcılığı her zaman değişik ve yinelenemez olan hayatın içinde de mi hissedilmeye başlandı. Ne yani, hayat birden aptallaştı ve gerçek olayların bu denli canlılığı karşısında bizim betimlemelerimizin çok zayıf kalmasıyla bizi utandıracak yerde, bizim yarattığımız kompozisyonların o hiç de mükemmel olmayan tuşlarıyla oynamaya mı başladı..." (s. 41)

Fulford'a dönüyorum, insanoğlunun hayatı kronolojik hikâyeler biçimine sokmak yönünde bir eğilimi var, zihinsel işlerliğimizi bu şekilde sağlayabiliyoruz. Bilinç de başlı başına bir karnaval olduğu için yaşanan hiçbir şey yaşandığı gibi kalmıyor, işleniyor ve yine işleniyor. Bu işlenme mevzusu Dürrenmatt'ın Gözlemcileri Gözlemleyenin Gözlemi'nde gayet açık bir şekilde açıklanır. Biz bir kameranın duygu dünyasına sahip olmadığımız için hiçbir şeyi olduğu gibi göremeyeceğiz, bu yüzden gerçekliği kurgulayıp raflara yerleştireceğiz. Bu noktada gerçekle kurgu arasında pek bir fark kalmıyor sanıyorum. Başka bir metne gidiyorum, Cem Akaş'ın 19'unda "Gerçek'ten daha edebi, Edebiyat'tan daha gerçek" bir kitap kendini yazdırır, zorla yazdırır. Zorla yaşanır, zorla kurgulanır. Bu iş böyle yürüyor. Neyse, bu olayı gören Leskov da durur mu, yapıştırmış öyküleri. Hikâyelerin yazılı olarak korunmayı hak ettiklerini, gerçekliklerinin sorgulanabilir olduğunu ama bunun pek de önemli olmadığını söyleyerek girişir.

Madam De Genlis'in Ruhu: En sağlam yalanların gerçekliğin kıyısına iliştirilenlerden doğduğu söylenir, öykülerde de gerçekliğin katı yüzeyindeki çatlaklardan çıkmış uydurmacalara rastlayacağız. Bilmece gibiler, işin kurmaca olmayan kısmı edebi dedektifler için keyifli bir uğraşı olacak.

Bu öyküde şehir/bölge yöneticisi bir beyefendinin eşini göreceğiz, kendisi büyük yazarların ruhlarının kitaplarda yaşadığını düşünmektedir, malum zaman ispiritizmin zirve yaptığı bir zaman. Neyse, çocuklarını iyi bir şekilde yetiştirmek isteyen hanım bazı yazarların okunmasını yasaklamıştır. Tembellik gibi zararlı düşünceleri övenler kitaplığa giremez ama girenler de arıza çıkarabilir, yargıya varmadan önce bilgi sahibi olmak lazım, böyle bir şey.

Vişnevski ve Akrabaları Destanı: Leskov'a göre Ruslar edebiyatta gayet gerçekçi bir şekilde anlatılmıştır ama bu gerçekçiliğe sığmayan yönler de vardır, onlar söylencelerde varlığını sürdürür. Vişnevski böyle bir söylenceden çekilip alınmıştır. Leskov adamı hiçbir şekilde yargılamaz, sadece renkli bir yaşamı aktarır.

Önemli bir adam Vişnevski, Batı'da eğitim alıp memleketine döner ve Ukrayna-Rusya çekişmesinin halka yansıdığı şekliyle biçimlenir, bir de mezhep farklılıkları var tabii. Bu kısımlar toplumun gerilim noktalarını ortaya çıkarıyor ama konu bu değil, Vişnevski. Adamımız orijinal, aileden zengin ve başına buyruk, bir de şair gözleriyle bakıyor dünyaya. Eşi adamı seviyor ve daha da önemlisi anlıyor, adamın kadınlara karşı duyduğu sevgiyi görünce o kadınları kendi çocuğuymuş gibi seviyor ve onlara bakıyor, adamın şairane çıkışlarına aynı şekilde cevap veriyor. Ne zaman ki kadın ölüyor ve Vişnevski başka bir kadınla evlenip yeni eşinin duygusal açıdan odundan hallice olduğunu anlıyor, o zaman yarı yarıya ölüyor, dünyanın renkleri giderek soluyor, meyvelerin eski tadı kalmıyor falan. Öldüğünde öbür tarafta buluşacaklarını düşünüyor yazar, aralarındaki ilişkinin niteliğini anlarsak son derece olası.

Nöbetçi: Leskov, öykünün Ruslar için son derece tipik olduğunu düşünüyor. Uydurulmuş hiçbir şey yokmuş bir de. Gerçeğe yakışan bir öykü gerçekten.

Kulübesini terk etmemesi gereken bir asker, az ileride boğulmak üzere olan bir adama yardıma koşar ve adamı kurtarır, o sırada oradan geçmekte olan muvazzaf bir gaziyi görünce korkudan hemen kulübesine döner ama ihbar edileceğini düşünmekten içi içini yer, komutanını durumdan haberdar eder. O sırada gazi de adamı kurtarmış gibi yapıp madalya almaya karar verir, sonuçta kurtarılan adam kendisini kimin kurtardığını fark edemeyecek kadar korkmuştur. Böylece hikâye iki uçtan yürümeye başlar, komutanlar komutanlarına başvurur derken gazinin hikâyesi gerçek olarak kabul edilir, bizim fedakar askerimiz de iki yüz değnek cezasıyla yırtar. Hikâye içinde hikâye, gerçek olarak kabul edileni gerçeğe en uzak olanıdır zira gazinin giysileri kupkurudur ama önemi yok, gerçek tercih edilebilir bir haldedir.

Son bir tane, Alaycı. Bu tam Aziz Nesin'in kalemi aslında. Köye atanan yönetici adildir ve çalışkandır ama köylüler adamı sevmez çünkü adam kimseye dayak attırmaz, kimseyi sürgün etmez, kimseye kötü davranmaz kısaca. Köylüler bu durumu kabullenemez, adamı bir temiz döverler, üzerine adamın kurdurduğu fabrikayı, değirmeni falan yakarlar. Özür dilemeleri karşılığında affedilecekleri beyan edilir, buna rağmen adamla bir daha çalışmak istemedikleri için özür dilemezler ve çoğu sürgün edilir, bazıları köleleştirilir falan. Trajikomik.

Folklor, hikâyecilik derken okuyacak öykü kalmıyor, Dedalus'a teşekkürler.

Ek: Daha bitmemiş, not aldığım şeylerden ikisini yazayım.

Cepte yeniden beliren ruble efsanesine Bulgakov veya Strugatski Kardeşler bir romanda yer vermişti ama hangi romandı, kim yazmıştı, hatırlamıyorum. Daha neler çıkar da dikkatle okumak lazım.

İkinci mevzu, Bauman'ın hızın kaybettirdikleri konusunda söylediklerine Leskov'da rastlıyoruz. Çok heyecan verici aslında, Bauman da hızlı iletişimin ve ulaşımın insanda duygu yoğunluğu kaybı olarak döndüğünü söyler. Leskov aynı mevzuyu trenler hakkında söylüyor. Her şey akışkan, her şey akıp gidiyor, izlenimler sahip olunamayacak kadar yitik.

István Örkény - Bir Dakikalık Öyküler

Hiçe bir bakış atmanın bedeli, ruhta azıcık bir incelik de varsa yaratmak oluyor, hiçlikten korkulduğu için mi? Remarque, Vonnegut, Böll ve diğerleri uçsuz bucaksız bir yazın oluşturdular, kimi ciltler dolusu yazdı, kimi hayal gücünün dokusunu kaba gerçeğin üzerine işledi. Mücadele etme yolları farklı, insan zenginlik demek. Ne güzel.

Örkény'nin daha uzun metinleri de varmış, bilmiyorum, bundan başka bir tanecik oyunu çevrilmiş ama olayın bu öykülerinde olduğunu düşünüyorum. Ciltler dolusu dedim, aslında uzatmanın o kadar da anlamı yok. Vardır elbet de saçmanın, hiçin minimal düzeyde daha yoğun olduğunu seziyorum, bu sebeple Bir Dakikalık Öyküler iyi, çok iyi. Örkény de gerek savaşlar, gerek diğer can sıkıcı olaylar yüzünden kendine istediğince odaklanamadığından şikayetçi, dolayısıyla kısacık yazarak istediği yalnızlığı yakaladığını düşünüyorum.

Şimdiye kadar okuduğum Macarların hepsi çok iyiydi ama nedense çevrilmeleri konusunda sıra kendilerine bir türlü gelmiyor, çok ağır ilerliyor işler. Bu şamatacı topluluktan daha fazla çeviri yapılmalı.

Kullanım kılavuzunda öykülerin bir çırpıda okunabileceği, zaman kaybı yaşanmayacağı söyleniyor ama doğru değil, öykülere tekrar tekrar dönmek gerekecek. Şu dahil:

Boş sayfanın doluluğu harflerle sınırlı değil. Görme Biçimleri sergisine gitmenizi tavsiye ederim, orada bir eserin yer aldığı çerçevenin önü değil, arkası sergileniyor. Görülmeyen yüzde bir eserin geçirdiği aşamalar var ve o da bir sanat olarak incelenebilir, aşağı yukarı böyle bir şey. Burada da benzer bir şekilde düşünebiliriz; yaratının bir malzemeye ihtiyacının olmayacağı durumlar vardır, yaratıcının referansıyla veya alımlama yoluyla eser ortaya çıkabilir. Bu durumda aşırı yorumlama da yorumlamanın bir yan ürünü olarak yanlışlanamaz, içkindir çünkü. Sınırsız bir alan, sayısız seçenek. Yarınki benle bugünkünün doldurdukları bir olmayacak, yarınki benle bugünkü bir olmayacağı için. Buna bakıp geçemiyoruz o yüzden, zamanımızı alıyor ve almaya devam edecek, öykülerin tamamı için geçerli bu.

Düşündüm de, sayfanın ne olduğunu bilmesi güzel şey!

Şunu de söyleyeyim, aynı sergide bir anın 600 farklı yakalanışından oluşan güzel bir eser var, görmenizi çok isterim. Kuşlar, Akdeniz, çocuklar ve insanlar... Bir ekmek parçasını tutan adamdan duvar dibinde kaygıyla bakan adama geçiş ağır geldi, gözümde yaş. Anlar kendilerinden başka şeylerle de dolu.

Üç beş öykü alayım buraya, fikir versin.

Danışma: Masa başı işler iyi değil, hiç iyi değil. Sadece iki cümlelik bir iş.

"Birinci katta, solda."
"İkinci katta, sağdan ikinci kapı."

Bu kadar. Binlerce kez tekrarlandıktan sonra doğru cevap gelir: "'Hepimiz hiçlikten geldik ve o lanetli hiçliğe döneceğiz!..'" (s. 30) Şikayet umursanmaz, pek de büyük bir hadise değil. Mesleki deformasyondan da hiçliğe varılır.

Grotesk Nedir?: Kafanızı bacaklarınızın arasına sokup dünyaya tersten bakın. Yazılar, cenazeler, yağmur damlaları başka bir şeye dönüşecek, varlıklarını reddedecek ve formu yitirmeksizin başka bir anlama gelecek. Risk budur, grotesk de!

Bir Olay: Ama... Öykülerde bir şeyler olur, anlamlı bir şeyler. Olur mu? Şart değil.

Adı Sandor olan bir şişe mantarı suya düşer, bir süre yüzer ve ağır ağır batar. Dipte neden battığını düşünmez, batışın herhangi bir anlam taşıdığını da. Hiçbir açıklaması olmayan bir olay öyküye dönüştüğü zaman anlam kazanır. Belki de kazanmaz.

Ucuz Atlatılmış Bir Trafik Kazası: Tokyo'nun işlek caddelerinden birinde iki harakiri denk gelir, birkaç küçük sıyrık dışında kaza ucuz atlatılır. Kimse ölmemiştir, onur haricinde.

İnatçı Baskı Hatası: Bu da güzel. Baskı hatası olmayan bir baskı hatası kendi varlığını kanıtlamak istercesine orada değildir, açıklamasının haricinde hiçtir. Düzeltme metni bir şeyin düzeltildiğini anlatmaz her zaman, nefes almanın yaşamak için yeterli olmaması gibi.

Dr. Khg'nın Anısına: Alman askere Hölderlin sorulur, Schiller sorulur, Rilke sorulur. Asker bilmiyordur, kızarır ve bildiğini söyler; bir kurşun. Aşağılanmanın etkisiz çözümü, nesneye yönelen öfke.

Kuşluk Vakti Gelen Telefon: Hah, bu deneyimlenecek bir şey.

Petőfi'nin telefon ettiği kişi Petőfi hayranıdır, büyük sanatçı, hayranıyla konuşmak ister ama hayran konuşacak bir şey bulamaz, eserlerini çok sevdiğini belirtir ve telefonu kapatır.

Bukowski'nin Burroughs'la konuşmaması bir anlamda böyle bir şey, ne konuşulacak ki? Ne konuşulabilir? Çok sevdiğim sanatçılarla konuşma şansı bulsam bir şey konuşmam, tanımıyorum ki onları. Sürecin işlemesi gerekir; tanışmalıyız, hayatımızın belli bölümlerini paylaşmalıyız ki konuşacak bir şeyimiz olsun. Telvin konserinden sonra Erkan Oğur'la fotoğraf çektiren arkadaşlara özenip ben de çektirmiştim ama o an durumun saçmalığını fark edip fotoğrafı almadım. Aynı şekilde Cenk Taner konseri öncesinde adama primat gibi görünmüş olabilirim, söyleyecek bir şey bulamadım çünkü. Abartısız hali şu: "Ebi... Çohh seviyürüz..." Rezillik.

Neyse, Örkény okuyunuz ki genç kalasınız.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Caner Almaz - Kırgın Anlatıcı

Caner'i tanıyorum, kurucusu olduğu edebiyat sitesinde seksen iki müstear ismimden biriyle bir şeyler karalıyorum ama önemli değil, öyküleri kendi dünyaları içinde bırakacağım, yazarına taşmayacak. Taşabilir de, umarım bana kızmaz.

Alakarga'dan. Yerli yazarların kalelerinden biri Alakarga, aynı zamanda Saki ve Wells de bastılar, ilgiyle takip ediyorum.

Fikret Cemal'in Ölümü: Alegoriye göz kırpar. Fikret Cemal alaylı bir yazar adayıdır, gerçi bu işin okulu olduğunu sanmam. Yazarlık kursları var, bir de üzerine yaratıcı okurluk kursları çıktı. Bana göre para söğüşlemenin çeşitli yollarındandır bu kurslar, kattıkları şeyler elbet vardır ama harcanan zamana ve paraya değmez. Bir yolculuksa bu, yolu kaybola kaybola takip etmek daha iyidir. İşin okulu olarak üniversiteleri görürsek... Birini edebiyattan soğutmak isterseniz edebiyat okumasını sağlayın. Daha iyi bir yöntem bilmiyorum. Neyse, Bu Fikret Cemal kardeşimiz Ahmet Cemil'in düşlerine sahiptir, iyi edebiyatın peşinden koşar ve kliklere dahil olur. Bütün bunlar futbol alegorisiyle anlatılır, edebiyat kliklerin savaşıymış gibi. Taraftarlar, tezahüratlar, maçlar... Ahmet Cemil oyunu daha iyi oynamasıyla -öykülerinin niteliğinin gelişmesi- as kadroya falan girer, herkesin gözdesi olur. Edebiyat liglerinde şiddetlenen kavgalara devletin el atmasıyla rüya biter, demir ökçenin topuk izinde katledilen edebiyatçılar görülür. Fikret Cemal de bir hengamede başından vurulup öldürülür. Sonra edebiyat yasaklanır, yer altına iner, devrime kadar gizli gizli yürür. Ana akım fikirler tarafından desteklenmediği sürece devrimin gerçekleşme şansı hep vardır, yoksa bir başka devrim yalanı özgürlüğün gazını almayı sürdürür. Böyle bir öykü.

Kadıköy Boğa'da Bir Kadın Bir Adamı Bekliyor, Bekliyor...: Hikmet ve Aliye.

Caner'in yığma usulü klasik; bir karakterin oluşumu derlenmiş olaylarla izleniyor. Günün bir kesiti mesela. Uyanış, kahvaltı, iç dünyanın uğultusu ve motor! Bir de düşüncelerle düşüncelerin monolog haline bürünmesi birbirini köstekleyen unsurlar aslında, öyküde bu da var. Karakteri ben tamamlamak istiyorum, eşelenmemin sebebi bu aslında. Carver'ın insanları buna cuk oturur mesela. Caner'inki bir tercih meselesi, sanatçının kendi yaratısındaki sonsuz tasarrufu.

Hikmet gececi, tekelde çalışıyor ve uzayıp kısalmıyor, bombalamak istediği sıkıcı bir yaşamı var. Aliye dükkana gelince aklının bir köşesi çiçek açıyor, kadının hayatla yakından ilgili olması önemli değil. İçini döküyor, kadınla buluşmak için söz koparıyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde Hikmet'i vuruyorlar, Aliye boşuna bekliyor, erkeklere hayırlar dileyerek yoluna gidiyor. Birbirini ıskalayan iki insan.

Mutsuzluğun Süregelen Tarihi: Russell'ın felsefe tarihini mutsuzluk üzerine kurduğunu düşünüyorum, tam olarak böyle bir şey ortaya çıkardı. Cengiz bir konuşmayan adamdır. İçer, dinler, düşünür. Bir içki masasında mutsuzluk bahsi açılır, Cengiz kafasında filozoflar geçidi düzenler, mutsuzluğun düşünce tarihini çıkarır.

Zalim Her Zaman Kaybeder ve Varolma Lokali, kitabın ağır topları. İlki kapitalin biçe saplaya kanını bırakmadığı işçi sınıfıyla, ikincisiyse mutlulukla bezenemeyen bir hayatın değiştirilmesi üzerine. Birkaç güzel öykü daha var, tembelliğimden yazmadım.

Hayali kurum ve kuruluşlar iyi, öyküler iyi. Caner iyi yazıyor, deneyin bence.

20 Haziran 2017 Salı

Etgar Keret - Buzdolabının Üstündeki Kız

Keret'in öykülerinin aşırı yorucu, çok yorucu olması, öyle böyle yorucu olmaması, yora yora bir hal etmesi ne kadar da güzel dönüşlere yol açıyor, mesela ben dönüyorum ve ilk okuduğumda berraklaştıramadığım anlamları çözüyorum. Demişimdir, yine diyeyim; Tamamen Yalnız Değil'e denk gelirsem gözümde yaşım, hazır olda bekliyoruz, Tanrı'nın ortalığı şöyle bir kolaçan edip ortadan kaybolmasını şaşkınlık içinde izliyoruz. "Bir mucize olabilir mi, olsun, olmazsa öykü değilsiniz," diye açıyorum kitapları, bir doz curnata alıp sıkıcı hayatıma dönüyorum. Dönmek istemiyorum, Keret'i daha çok okumak istiyorum. Sıradanlığı bu kadar saçmalaştıran başka bir yazar bilmiyorum, bilmek istiyorum ama bulamıyorum, zaten sıkkın olan canımı biraz daha sıkıyorum, kendimi sahillere vuruyorum, bir tsunami geliyor uzaklardan, "Nihayet!" deyip kollarımı açıyorum. Bir motosiklet alıyorum, yolda hayvanın biri sıkıştırıyor, refüje savruluyorum, "Nihayet!" deyip kollarımı açıyorum. Bir otobüsteyim, otobüs şoförünün peygamberliği henüz tebliğ edilmemiş, tam ben biniyorum ki bir ışık, bir ambiyans. "Nihayet!" deyip kollarımı açıyorum, peygamberime sarılıyorum. Bakınız, şol köprüdeki adam benim. Artık adamım, bunu kabullendim, zorla kabul ettirdiler. O kadar adamım ki deprem olduğunda, halatlar kopup herkes sine-i deryaya doğru zorunlu bir istikamet tutturduğunda kollarımı açmıyorum. Şaka şaka, "Nihayet!" diye bağırıp kollarımı açıyorum. Yüzeyle temas hiçbir zaman gerçekleşmiyor, hızla düşmenin yerini hızla yükselme alıyor ve tekrar köprüdeyim, yansımamın adı Uktu. E ben yine kurtulamadım bu harflerden? Sıkıntımın sebebini şu an anlıyorum, adımdan kurtulamayacağım. Birinin yüzümü kazıması gerekiyor, altından bir başka isim çıkmazsa, o zaman kurtuldum. O zamana kadar Keret okumaya devam.

Buzdolabının Üstündeki Kız: Çift olamayan bir çift, kız yalnız kalmak istiyor. Adamın yüzünden mi? Değil, kızın çocukluğuyla ilgili. "'Ya bana durumu izah edersin ya da çift olmaktan vazgeçeriz,' demişti. Kız tamam demiş ve çift olmaktan vazgeçmişlerdi." (s. 7) Neydi olay, kızın ailesi çok yaşlı. Bu enerji küpünü buzdolabının üzerine koyuyorlar ve ortadan kayboluyorlar. Kız orada yalnızlıktan hoşlanıyor, popo sıcak, her şeye yukarıdan bakılıyor, keyif yerinde. Bu.

Tamamen Yalnız Değil etkisi yarattı. Düşünürdüm ki açılamayacak bir kilit var mı, kim değişimin önünde durabilmiş? Var, ne yapılırsa yapılsın açılmayacak kilitler var. Belki zamandır olay, geçmişte saklıdır, belki doğru kişinin belirmemesidir, belki o doğru olmayan kişi sizsiniz ve kanırtmadan, zorlamadan, tamamen sevgiyle çabaladınız, olmadı. Olmuyor, olmayınca gitmek kalıyor. Peki iki sayfacık bir öykü nasıl böyle darmadağın ediyor beni?

Bu kadar, başka bir şey anlatasım yok.

Nihayet!

19 Haziran 2017 Pazartesi

Kolektif - Tolkien'in Ağacı

"Ben bütün eserlerimde düşmanlarına karşı ağaçların tarafını tutarım. Ağaçların büyümekte hâlâ direndiği her yerde elektrikli testerenin vahşi sesi hiç kesilmiyor."

Mitlerde, fantazyalarda, her yerde ağaçlar. Türkülerde, ritüellerde... İnsanın olmak istediğidir bir bakıma; kökler ölümsüzlüğe ulaşırmış gibi derinde, yapraklar hep değişen, kaotik bir heyecan yaratan gökyüzüne doğru. Sonsuza kadar yaşanırmış gibi. Yeni dallar, yeni yapraklar, yeni bulutlar. Döngülerde yükselen bir yaşam. Alegorisi uzar gider, çeşitlidir. Tolkien gibi bir mit yaratıcısının kullanmaması düşünülemezdi. Elektrikli Testere ve Ejderha başlıklı yazısında Gürses, Tolkien'in mektuplarından ilginç bir bilgi aktarıyor; Entlerin Isengard'a yürüyüşünün Macbeth'teki "Birnam ormanının kalkıp Dunsinane'ye yürümesi" metaforundan esinlenildiğini söylüyor. Bu tür postişlere bayılıyorum; sevdiğimiz yazarların ilham kaynaklarını sezdirdiği ölçüde keyif veriyor. George R. R. Martin'in Hadrianus Duvarı'ndan esinlenmesi gibi.

Sabri Gürses'in derlediği makaleler. Edmund Wilson'dan bir yergi, Öff, Yine Şu Orklar! ve cevap niteliğinde olan Tolkien'ın Ağacı en çok dikkat çekenler kanımca. Kitapta sıralamaları farklı ama Wilson'ınkinden başlarsam daha mantıklı olacak diye düşünüyorum.

Öff, Yine Şu Orklar!: Wilson kısaca şunu diyor: Kitapları defalarca okudum, C. S. Lewis ve birkaç yazarın övgü dolu yorumlarını şuraya bir bırakayım. Hobbit'in "rabbit" ve "Hobb" kelimelerinden geldiğini de yazayım, sonra giydireyim. Çocuk kitabı gibi başlayıp yetişkin kitabına dönüşmesi iyi bir şey değil, zaten yetişkin kitabına da dönüşmüyor, yedi yaşındaki çocuklar bu kitabı çok iyi anlar. Yazar, yarattığı diller için bir dünya kurguladığını söylüyor, hayranların abarttığı gibi muazzam bir alegori yok, politik veya ahlaki hiçbir niyet yok. Aşırı büyümüş bir peri masalı, filolojik bir oyun. Oyunun içinde periler belirip kayboluyor, hatta o kadar kötü beliriyorlar ki herhangi bir derinlikten yoksun kalıyorlar, kişilikleri anlaşılır gibi değil. Basit bir iyilik-kötülük oyununda Frodo'nun dönüşümlerini anlamlı kılacak korkunç olgular yok, mağaralarda yaşayan örümcekler, yerin sekiz yüz bin kat altından gelen yaratıklar somut gerçeklikten zerre nasibini almamış. Gulliver, Gogol, Poe gibi yazarların tekinsiz dünyaları ne kadar rahatsız ediciyse Tolkien'ın dünyası o kadar başarısız, adeta parodilerle dolu. Sauron mesela, üç cilt boyunca inşa edilen bu muhterem zatı, o yüce amacının peşinde koşarken neden göremiyoruz? Her şey bir perdenin arkasında oynuyor, gölgelerden anlamlar çıkartıyorlar. Saçmalık.

Tolkien'ın Ağacı: Colin Wilson, Tolkien'ın esinini tarihsel bir konuma oturtup Romantizm ve takip eden dönemleri ele alarak irdeliyor, bu açıdan oldukça başarılı. Bir diğer olayı da Edmund Wilson'ın eleştirisini hak verdiği ve vermediği yönleriyle ele alması.

Şöyle bir meyil olmuş galiba; üçleme 1950'lerde pek okunmamış ama 1960'ların başında H. P. Lovecraft'ın keşfedilmesiyle birlikte Tolkien'a gereken önem de aynı dönemde veriliyor ve seri fırtına gibi esmeye başlıyor. Wilson, Tolkien'ın yarattığı dünyayı Faulkner'ın, Dickens'ın dünyasına yakın buluyor. Nitelik açısından. Eh, bu biraz iddialı oldu. Wilson da bunun farkına varmış olacak ki Bombadilli bölümlerin, Gimli'nin Galadriel'e methiyeler düzdüğü kısmın biraz daha kısa tutulabileceğini söylüyor. Her şeye rağmen seri iyi, bunun sebebi aralara yüksek edebiyat denen nanenin sıkıştırılması. Tolkien 22 yaşındayken Dickens, Chesterton gibi yakın dönem yazarlarını iyi biliyordu, Wordsworth'ü ve çağdaşlarını sevdiğine dair bir sezgim de var ki biraz araştırınca konuyla alakalı makalelere rastladım. Yürümek, bitimsiz bir doğanın içinde yitmek yolgezer şairlerin işi olduğu kadar Tolkien'in karakterlerinin de işi. Neyse, Wilson örneklemi geniş tutarak ilerliyor ve isim vermeden Wells'in Kipps'ine bağlıyor konuyu, bir de Dickens'ın David Copperfield'ına. Mekandan çıkış yolunu bulmak, sıkıntı verici bir yerden uzaklaşmak veya bir hedefe doğru ilerlemek, bunlar Tolkien'ın etkilendiği izlekler. Peri Masalları Üzerine'yle paralel bir okuma yapıyor Wilson, hayal gücünün işlevi üzerinden yürüyor. Blake ve Yeats'i de araya sıkıştırıveriyor; gezginler, sıkıntı ve özgürlüğü Tolkien'ın yarattığı dünyaya iliştiriyor. Simgesel bir dünya, Edmund Wilson'ın anlayamadığı bir şey Colin Wilson için. Ayakları yere basan bir fantazya, belki de normatif yazının dışına pek çıkmayan bir anlatı burada bahsedilen, tabii Tolkien'a gelmez.

Yukarıda bahsedilen filolojik oyun söyleminin bir yanıltmaca olduğunu iddia ediyor Colin Wilson, benzer hususta Henry James'in Yürek Burgusu için "saf ve yalın bir peri masalı" demesini örnek gösteriyor. Anlatıcı güvenilmez olur da yazarın oyunculluğu evlere neşe katar.

Savaş sahneleri toplamdaki etkiyi bozuyormuş ve daha da önemlisi, Tolkien'a Eliot damarının verdiği etkinin yine Tolkien tarafından bozulduğunu söylüyor Wilson, tabii peri masalı geleneklerine çok fazla bağlılık gösterildiği zaman. "Küçük kahraman" çerçevesi, Tolkien'ın bir parçası olduğu yolunda yorumlanan modernizm karşıtı anlatının zıt kutbunda yer alıyor, bunun Tolkien'ın kendi savını çökertmiş olduğunu söylüyor Wilson. Fantastik hayal gücü bir tür hastane, yorgun insanların güç ve umut bulduğu yer olarak peri masalları denemesinde yer aldığına göre... Ulan cümleyi nasıl toparlayacağımı bilemedim. Öyle olmuyor yani, Tolkien kendi bacağına sıkmış sayılır ama benzerlerine göre kendi yolunu açmıştır, hiç gidilmemiş bir yolda her şey mümkün, her şey olasıdır. Son bir şey; anlatı da Tolkien'le birlikte değişiyor ve masaldan epik bir serüvene evriliyor, bu durumda karakterlerin mesnetsiz dönüşümü gerçekten bir aksama olarak görülebilir. Canavar gibi not almışım, hepsini yorumlayamayacağım burada. Kitabı edininiz. Ben geçen iki haftada 800 TL harcamışım kitaba, bu ay açım. Beş on para vermekten gocunanı rencide ederim.

Başka ne var, aynı makalede yakın zamanda İthaki'den çıkan Arcturus'a Yolculuk'un Yüzüklerin Efendisi'nden çok daha büyük bir kitap olduğu söyleniyor, henüz okumadığımdan bir yorum yapamıyorum. Kitap şu an bana bakıyor ama üzgünüm, okuma listesi kalabalık. 800 TL harcadım diyorum, çok kitap ve az zaman var. Neyse, bir de Lovecraft'la Tolkien arasında kurulan ilişki her ne kadar zayıf olsa da isabetli gibi gözüküyor. "Cücelerin en derin mağaralarının çok çok altında, dünya isimsiz şeyler tarafından kemirilir. Sauron bile bilmez bunları. Ondan da yaşlıdırlar." (s. 45) Tolkien eğer Yüce Eskiler'i falan düşünerek yazdıysa bunu, şu an heyecandan titredim. Kozmogonide nereye yerleştireceğiz bunu, bilemiyorum tabii.

Diğer makalelere girmeden bitiriyorum, Tolkien'i sevenler bu kitabı kaçırmasın.

16 Haziran 2017 Cuma

Erich Hackl - Elveda Sidonie

Avusturya'ya uzantılarla girildi. Devlet kademeleri ele geçirilirken sivil toplum örgütleri yapılanmaya başladı, Hitler Gençliği yavaş yavaş ortalığı karıştırdı, toplumsal huzursuzluk öngörülebilir bir seçime götürdü insanları. Sosyalizm iyiydi ama nasyonal olanının getirdiği tehlike görülmedi. Çok az insan bu tehlikeyi gördü daha doğrusu, Hans ve eşi Josefa onlardan ikisi.

Sidonie'yi çok sevdiler, evlatlık aldıkları bu kızı kendi çocuklarından ayırmadılar ama bu sevginin anlatısı değil Elveda Sidonie, daha çok bir ülkenin adım adım işgalinin ve her şeyin farkında olan duyarlı insanların umutsuz çabasının bir hikâyesi. 1930'ların başından itibaren 10 yıldan fazla süren bir değişimin adımlarını Sidonie'nin buruk yaşamında bulabiliyoruz.

Sidonie bir Çingene, annesi tarafından terk edildikten sonra Josefa kızı eve getiriyor ve bu esmer çocuğa derinden bağlanıyor, Hans da öyle. Mazlum insanlar; Hans'ın çocukluğu ve gençliği savaşla ve yoklukla sınanıyor, zor zamanların ardından ayakta kalıyor Hans, Josefa'ya aşık olup onunla evleniyor, çocukları oluyor. Bir de muhalif örgütlerde aktif bir şekilde rol alıyor adamımız, faşizme karşı mücadelede ön saflarda yer alsa da deneyimli bir militan olduğu için yakalanmıyor. Bir süreliğine. Hapiste geçirdiği aylarda Josefa zorluk çekse de bütün problemlerin üstesinden geliyor. Mücadeleyle yoğurulmuş insanlar, yapacakları başka bir şey yok. Gençlik Dairesi'nin Sidonie için verdiği bakım parası olmasa da çocuğa bir yuva sağlamaya kararlılar. O yılgınlığın tam ortasında yer almalarına rağmen. "Hüküm süren adaletsiz düzenden farklı bir şeyler tasarlayabilen bu adamların içinde dahi derin bir isteksizlik, ani değişim karşısında duyulan bir korku sinmişti, görev duygusu ağır basıyordu." (s. 25) Mücadele etmek bir görev, karşı tarafın değişen stratejisi ne kadar dehşet yüklü olursa olsun.

Umutsuzluğun doğurduğu umut. Hans Çek gemilerini bekliyor, müttefik güçler faşizmin ayak seslerine engel olabilir mi? Yağmacılar, teröristler sokaklardaki dükkanları soyup soğana çevirirken, işçi önderlerini tutuklarken, insanları kaçırırken, kanunları yok sayarken, elleri de böylesi kuvvetliyken bu dalgaya kim karşı koyabilir? Avusturya'nın başına gelen Sidonie'nin, ailenin yaşadıklarıyla aynı. Çocuklarının ellerinden alınması konuşuluyor, hatta bağlı oldukları kilisenin rahibi evlenirken dini bir tören yaptırmadıkları için onları zorluyor ve Josefa'nın gözyaşları, Hans'ın donuk bakışları hiçbir şeye engel olamıyor. Alman Ordusu şehrin ana caddesinde yürüyor, herkes korkuyla bir köşeye sinmiş. Kaybedilen bir savaşın izlerini sokaklardaki bot seslerinden başka insanların sessizliğinde de bulmak mümkün.

Asıl yenilgiyi insanlarda aramalı.

Bir alt-insan bu Sidonie, üstelik çok yardımsever, çok iyi bir kız. Çok sevimli. Bir bu eksikti. Mimlenmiş bir ailenin yanında ikamet ettiği için yavaş yavaş hedef haline gelmesi normal. Devletin kaynaklarını sömüren bir çingene çocuğu işte; okumaz, sürekli kavga eder, çalar, yalan söyler. Öyle de değil, tatlı bu çocuk. Ne yapmalı? Annesini arayıp bulurlar ama Hans bu işten emin olamaz, ortadan kaybolan insanlar hakkındaki söylentiler çoktan ayyuka çıkmıştır. Sidonie'yi kesinlikle vermek istemez ve Reich'ın kurduğu bürokratik sistemle mücadele etmeye karar verir. Çocuğa verilen yardımı almamayı önerir, kabul görmez. Memurların çocuğun akıbetiyle ilgili söylediklerinin yalan olduğunu ima eder, sert bir tepkiyle karşılaşır. Son çare olarak -kendinden de tiksinerek- çocuğu  kısırlaştırmayı teklif eder, böylece ayrılmayacaklardır. Alman görevli başını sertçe kaldırır ve Hans'a şikayet edilmediğine şükretmesini söyler. Çocuğu kurtaramazlar. Kurtarmak istemezler daha doğrusu; belediye başkanından çocuğun okuldaki öğretmenine kadar çoğu insanın görüşleri alınır ve herkes kızın ailesinin yanına gönderilmesi gerektiğini söyler. Yaptıklarının yanlış olduğunu biliyorlar, korktuklarını da. Hafifletici sebepler, unutulacak kararlar. Acıya yol açan sebepler basit.

Anlatıcı devreye girer, olayları yakından gören biri. Çocuğun evden ayrılışı son derece buruktur, tren yolculuğu boyunca süren sessizlik ağırdır, bunlar tamam. Hans'ın 1980'de ölene kadar yaşadığı acı, Josefa'nın savaş bittikten sonra kızı bulabilmek için yıllar boyunca gösterdiği çaba, işte asıl yara burada. Anlatıcı da araştırıyor ve kızın ailesine teslim edilmesinin hemen ardından Auschwitz'e gönderildiğini, muhtemelen orada öldüğünü söylüyor. Alternatif bir son sunması, kızı son anda kamptan kurtararak yaşıyor olarak göstermesi hafifletmenin uzağından yakınından geçmiyor. Kapkara bir gerçek, diğer gerçeklikleri karanlığa gömer.

Hikâye. İnsanın insana ettiği.

15 Haziran 2017 Perşembe

Karl Ove Knausgaard - Karanlıkta Dans

"Bir sigara daha yaktım. Acelem yoktu, yetişmem gereken bir yer ya da görüşmem gereken kimsem yoktu." (s. 7)

Boşluğu bilirseniz sigara yakıyorsunuz, bilmezseniz ne yapmanız gerekiyorsa onun peşinden gidiyorsunuz. Ben vapurun gitmesini bekliyorum, iskele boş kalıyor. İnsanlar dışarıda bekliyor, deniz şu aralar turkuvaz. Eve gelip bir şarkı üzerinde çalışmak, bir şeyler yazmak istiyorum. Vapur geliyor, biniyorum. Kitabı açıyorum, Karl Ove benzer şeyleri düşünüyor. Yaşıyor da; öğretmenlik için Zonguldak'a yaptığım yolculuğun ve orada geçen iki yılımın yankısını Karl Ove'da görüyorum. Knasugaard'un yaptığı şey bizi kendi düşüncelerimizden, kendimizden kaçamayacağımıza inandıran bir anlatı sunması. Düşüncelerimiz neyse oyuz, Karl Ove da öyle, o zaman mutlak bir koşutluk sağlanıyor ve yaşanılanlar ne kadar farklı olursa olsun, kişilikler sayısız olasılığın katkısıyla ne kadar farklı biçimlenirse biçimlensin, değişmeyen iç sesin karşılığı bir yüzleşme olarak ortaya çıkıyor ve okuru çekiyor.

Salt bir otobiyografi değil, kuru bir anlatıda yer almayan birçok öğe mevcut. Yazar Karl Ove/anlatıcı Karl Ove/karakter Karl Ove arasındaki geçişler bir anlatım tekniği olarak kurmacanın enstrümanlarını oluşturuyor, bu bir. İkincisi de zaman sıçrayışları. Üçüncü kitapta Karl Ove'un -yanılmıyorsam- lise dönemlerini ve babasının estirdiği terörü görmüştük. İlk kitapta arkadaşlarıyla verdiği rezalet konser ve babasının ölümünün ardından uğradığı yıkım vardı. Buradaysa liseyi bitiren ve on sekiz yaşında öğretmenlik yapmak için Kuzey Norveç'e giden bir Karl Ove var, hiç bilmediği bir yerde ayakta kalma çabasından liseyi bitireceği yıla bir sıçrama yapıyoruz ve doğrusal bir zeminde hareket ederek ileri ve geri sıçrayışlarla, bazen oldukça derinleşen hikâyelerle çemberi tamamlayıp öğretmenlik günlerine geri dönüyoruz. Kargaşaya yol açacak bir anlatı yok, belirli izleklerle -baba, cinsellik, alkol, yazma güdüsü vs.- bağlantılar kuruluyor.

Bukowski, Bauer, Kerouac. "Toplumda yerini bulamayan ve hayatın getirdiği rutinden fazlasını isteyen, hayatın onlara armağan ettiği bir aileden fazlasını isteyen, kısacası burjuva toplumundan nefret etmiş, özgürlük arayan genç adamlar." (s. 9) Karl Ove onlardan biri olmak istiyor ve yolculuğa çıkıyor, kendi evi olacak ve durmadan yazacak.

"Zil çaldıktan sonra odadan çıkarken yorgunluktan bitmiştim. Savuşturulacak çok fazla şey, tolere edilecek çok fazla şey, görmezden gelinecek çok fazla şey, bastırılacak çok fazla şey vardı." (s. 53) Karar mekanizmasının sürekli, her an çalışmasının sebep olduğu zihinsel yorgunluk tam bir kabus, onlarca insanla uğraşmak gerçekten zor. Ne olursa olsun Karl Ove öğretmenliğe katlanabilir, yaşadığı küçücük yere katlanabilir, yazması yeterli. İşlerin yolunda gitmesini isteyen müdürü Richard'a, erken boşalmasına ve daha pek çok şeye gücü yeter, her ne kadar istifayı basıp memleketine dönmenin cazibesine ara ara kapılıyorsa da pes etmemek için enerjisi var. Öğrenciler küfürbaz ve kötü, baş edilecek gibi değiller ama iyi ilişkiler de kurulabiliyor ki Karl Ove'un devam etmesini sağlayan etkenlerden biri de bu. Müzik ve edebiyat da iki önemli kaide olarak yükseliyor; keşfedilecek çok grup ve yazar var. Genç bir adamın kendini inşa etmesinin sancılı ve keyifli sürecini takip ediyoruz, bu açıdan metin birçok şarkı ve kitaptan da beslenmiş oluyor.

İzleklerden gideyim. Baba. Karl Ove'un öğretmenlik macerasından önceki süreçte babasıyla ilişkisi son derece yıpratıcı, kendisinin de alkole ve uyuşturucuya bulaşmasında babasının büyük bir etkisi var. Anneden boşanıp başka bir kadınla evlenen babanın alkol problemi ve oğluyla kurduğu mesafeli, soğuk ilişki bir çocuk için yıkıcı etkiler doğuruyor. Abi Yngve'nin yaşadıklarıyla ilgili pek bir fikrimiz yok, zira bu konular pek konuşulmuyor. Katharsis sağ olsun, ister istemez kendi abimle ilişkimi düşünüyorum ve benzer bir noktaya çıkıyorum. Sanırım trajedilerin sessizlikle atlatılmaya çalışıldığı ailelerde susmak bir miras haline geliyor. Anneannemden anneme, annemden bize. Abimle sanırım hiç aşamayacağımız bir duvarla ayrıldık, yasını yirmi yıldır tutuyorum. Annemin sessizce ağlamalarının yasını yirmi yıldır tutuyorum. Yitirilmeye müsait sevginin yasını kendimi bildim bileli tutuyorum, bazen hepsini, her şeyi, beni oluşturan, biçimlendiren ne varsa hepsini bir silkinişle, boşluğa doğru atılacak bir adımla geride bırakmak istiyorum. Karl Ove'un anne evinden ayrılmasında ve kim olduğunu hatırlamayacak kadar içtiği günlerde bu kaçışın izini buluyorum, herkesin mücadelesi farklı biçimlerde ortaya çıkıyor.

Cinsellik. Adamımızın öğrencisine aşık olmasında ve kadınlara yaklaşımında tenasül organını bir türlü mesut edememesinin etkisi büyük. Karşısına birkaç fırsat çıktığını görüyoruz ama o kadar heyecanlanıyor ki mevzu tam başlayacakken boşalıyor, gerisi utanç. Finalde ne var, adam bir yazarlık bursu kazanıp Bergen'e dönüyor ve oradan bir kızla tekerlenmeli, güreşmeli anlar yaşıyor. Tam bir Bukowski finali; bir yıl boyunca öykü yazan adamımız muradına erdikten sonra erken boşalmadan kurtuluyor, öz güven kazandığı gibi -kendi deyişiyle- pompadan pompaya koşuyor. Bu uğurda evi dağıtmışlığı, annesinden papara yemişliği ve rezil olmuşluğu çok, adam hak etti yani. Kabız olmamak elde değil; insanın, "Lan dur bi', sakin ol!" diye bağırası geliyor. Neyse.

Babaya dönüyorum. Anneye göre babada büyük bir potansiyel vardı ama iç ve dış mihraklar bu potansiyelin açığa çıkmasına engel olduğu için akacak bir kanal bulamadı, birikip psikolojiyi harap eden bir hale büründü. Karl Ove ne yaptı, dinginliği içte aramaya başladı; kendine bir sürü plak aldı, kitap aldı, müzik eleştirileri yazmaya başladı ve kafayı cinsellikle bozdu, kendini mahvedecek ve geliştirecek ne varsa üzerine gitti. Sonuç: "Ben gerçek bendim, ama bu gerçek 'ben'ler birbiriyle örtüşmüyordu." (s. 310) Kendini tüketen bir çember. Neyse ki silinmeden bir uç verdi ve Karl Ove yaşamaya devam etti.

Bir günde bitti, son iki kitap. Üzülüyorum, siz de üzülmez miydiniz?

13 Haziran 2017 Salı

Jean-Louis Fournier - Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam

Öldürmez, çocuklarını yer. Kaç ölüm eder?

Fragmanlar. Benim alımlamam şablonu doldurmaya yetmedi, baba imgesi boş bir kabuk. İki anı hatırlarım; fırlatılıp yatağa düştüğüm ve televizyonun önünden geçtim diye tekme yediğim. Gerisinin olmaması iyi, mücadele namına bir şey kazanmadım, kendimden öte bir gölgenin peşine düşmedim. Belki ondan daha iyi biri olma, yıkılmayacak bir aile kurma hırsı, bu kadar. Baba orada olmasa bile bir rakip, kendimi kandırmayayım. Fournier'ye imrendim çünkü yere serilmemiş, ayakta ve babayı yok etmeden, olduğu gibi anlatmış. Çocuk gözünün basitliği babanın işlenmemiş halini ortaya çıkarıyor, yetişkinliğin görme biçimleri anlatıya sığıştırılmamış.

Sonuçta ortada bir baba var, yüzleşilip sevilmiş. Şunu her zaman bir madalya olarak boynumda taşıyacağım: "Şimdi büyüdüm, yaşamın zor olduğunu biliyorum ve hayatı daha dayanılır kılmak için 'kötü' yollara başvuran kimi daha hassas insanlara kızmamak gerektiğini de." (s. 81) Şöyle; yük ağırsa eğer, insan kendini omuzlayamıyorsa, çöküp kalmak istiyorsa olduğu yerde, kendine dik dik bakamıyorsa, kendine bakmaya katlanamıyorsa, kendi bildiğinden başka bir şekilde biçimlendiriliyorsa, kendini tekrar biçimlemeye zorlanıyorsa... O zaman bilmediği bir suya akmak, karışmak dışında başka seçenek kalmıyor. Dağılmaktır bu, farklı hisseden parçalara ayrılmak. Tutarsızlık. Tekrar bir araya gelene kadar, tekrar bir araya gelme umudunu sürdürebilmek için. Babada bunu sezdim.

Kitap anneye ithaf edilmiş. Birçok parçadan oluşuyor.

Noel'de Küçük İsa'dan bir tabanca istiyor çocuk, belli bir marka. Bir de anneyi öldürmeyen bir baba lazım, Küçük İsa her şeyi bilir ve mesajı gönderebilir ama mesajı alacak kişi de önemli. Sonuçta baba içmeye devam ediyor ve oğluna markasız bir tabanca alıyor. Her şey yarım.

Babayla çekilmiş bir fotoğraf, çocuk bir yaşında. O müşfik adamın gittiği yerde iyi karşılandığını düşünüyorum, geride kalanlar onu iyi anmışlar. Öldürdüğü hayvanlar için aynı şey geçerli değil. Hiç inek ezmedi, sadece koyunları ezdi ve sıra çobana gelince adamın tam önünde durdu. Belki bir fırt daha lazımdı. Bunun dışında tedavi ettiği hastalardan para almayan bir adam bu, insanlar deliliğiyle kabul etmiş, seviyorlar bir de. Yaşlı bir kadın muayenehaneye girip saatlerce çıkmıyor, baktıklarında uyuyan doktorun önünde sessizce oturduğu görülüyor. Mesela. Yırtık pırtık ayakkabılar, eski püskü elbiseler giydiği için de kendilerine yakın hissetmiş olabilirler. Anne ayakkabıları atınca viziteye terlikle çıkması kadar her hafta intihar teşebbüsünde bulunması da doğal olduğunun kanıtı gibi geliyor; dirseğin iç yüzünden tek bir damar kesilir, ortalık batmasın diye yatağın altına küçük bir kap konur, kan kaba damlar, o esnada okulla, arkadaşlarla ilgili sorular sorulur. Şöyle düşündüm; karbon bazlı yaşam formu olduğumuzdan aldığımız her nefes yaşamamızı sağladığı kadar öldürücü de, paslanıp ölüyoruz. Öyleyse bu da yaşamın başka bir biçimi değil mi? Rutin intiharlar?

Son bir fragmanla bitireyim. 1944, bombalar yağıyor. Baba hiç oralı değil. Herkes sığınaklarda, ölmemek için edilen dualar gökyüzüne yükseliyor ama baba umursamıyor, ne bombaları ne de ölmeyi. "Tanrı'nın 'Ayağa kalkın ölüler!' diyeceği, ölülerin dirileceği gün bile ayağa kalkacağını sanmıyorum." (s. 30)

Babasıyla azıcık meselesi olanlar için bir dünyadır Fournier'nin kitabı, ben kendi babamı yeniden yaratırken kitabı hatırlayacağım.