28 Haziran 2017 Çarşamba

Charles Foster - Hayvan Olmak: Bir İnsanın Hayvana Dönüşmesinin İzini Sürmek

Beyaz Diş'teki kısıtlı bir özdeşleşme değil, mecazlara gömülü bir esrime de değil, tam anlamıyla vahşi bir varlık olmaya çalışmanın hikâyesidir. Bilişsel işlemleri bilinçli bir şekilde kısıtlamaya çalışıp algıların dünyasına adım atmak zor ve yazar çoğu noktada başarısız oluyor, başarısızlığını kendi de kabul ediyor ama başarabildikleri bile evrimin bir noktasında çılgın bir gelişim gösterip zaman geçtikçe giderek uzağına düştüğümüz dostlarımızla zamanında benzer dünyaları paylaştığımızı ve bu dünyaların içinde yaşadığımız, sömürüye ve tüketmeye dayalı dünyaya göre çok daha doğal ve eğlenceli olduğunu gösteriyor. Bir zamanlar doğayı daha iyi duyumsuyorduk ve algılarımız bombardıman altında değildi, her şey daha basitti ve daha yaşanabilirdi, yaşamaya değerdi de diyebiliriz. Foster bir anlamda da insanın kaybettiği vahşiliğin nasıl bir şey olduğunu hatırlatıyor, uçaktan atlayarak değil belki ama solucan yiyerek ve sülüklerin içinde gezinerek.

Geçmişten günümüze hayvanlarla -dostlarımızla, akrabalarımızla veya aklınızdan geçeni de koyabilirsiniz- kurduğumuz ilişkilerimizin köreldiği açık. Habitatımız içinde öylesine farklılaştık ki beslenme şeklimizden hissettiklerimize kadar her şey yaşamımızı göz önüne alarak söylersem geri dönülmez bir biçimde değişti. Amiyane bir şey söyleyeceğim, Ege kıyısında bağ evi falan alıp şehirden basıp gitmek istiyoruz. Bir ölçüde doğaya dönüş. Endüstri toplumundan uzaklara, tabii her türlü elektronik aleti geride bırakarak ama o kadar da dönülmeyecek doğaya, tamam, o da iyi. Bunun için enerji ve para lazım, insanın ne olduğunu hatırlayabileceği bir yere gidebilmesi için insanın ne olduğunu unutturan şeylere ihtiyacı var. Harari'nin Tarım Devrimi'nin neden geri çevrilemeyeceğini anlattığı bölümü hatırlıyorum, geometrik artış öyle bir noktada ki geri alınacak gibi değil. Alışkanlıklar biçimlenmiş, nesiller boyunca benzer yaşamlar birbirini izlemiş, dolayısıyla bu noktada ütopik bir çözüm, olağanüstü şartlar ortaya çıkmadıkça iş hayal boyutunda kalacak. Neyse, zamanında duvarlara insan-hayvan biçiminde çizilen resimler çok gerilerde kaldı, aynı biçimde kurgulanan tanrılar da hatıralık olarak masaları süslemeye başladı, zaten formlar da iyice farklılaştıktan sonra bağ koptu.

Koptu mu?

"Wittgenstein eğer bir aslan konuşabilseydi bile, dünyası bizimkinden çok farklı olduğu için tek bir kelimesini bile anlayamayacağımızı söylemişti. Yanılıyor. Yanıldığını biliyorum." (s. 39)

Foster dört hayvanın yaşamını yaşamaya çalışıyor, eğlenceli anlatımıyla da insan olmanın çizdiği sınırların ötesinde, bir zamanlar ortaklık kurduğumuz yaşam biçimlerini hatırlayabilmenin mutluluğunu anlatıyor. Çamurlar içinde uyumak, böceklerle beslenmek ve başka bir sürü şey belki başlarda mutsuzluğa yol açmış olabilir ama... Böyleydik, farklı mıydık sanki?

Toprak, su, ateş, hava. Her biri için bir hayvan.

Porsuk: Ağza bir solucan attığınızda yemek borunuza yönelmiyor, dişler arasında bir boşluk bulmaya çalışıyor. Isırırsanız balçık ve toprak tadı gelir ama solucanın cinsine ve mevsimlere göre değişir bu tat. Porsuklar için açık büfe gibi düşünebiliriz, beslenmelerinin %85'ini solucanlar oluşturduğuna göre ekmek topraktan, su gölden, ne güzel dünya!

Foster oğluyla birlikte porsuk oluyor, ev yapma niyetiyle bir tünel kazıyor ve durmadan hapşırıyor, muhtemelen porsukların burunlarının ucundaki, burun deliklerini kapatan kas parçası kendisinde bulunmadığı için. Fiziksel farklılıkların yanında algısal olanlar da var, babayla oğlu bir süreliğine uyutmayan sesler, ıslak toprak mesela. Bu farklılıklardan yola çıkarak hayvanların duygulara sahip olup olmadıklarını irdeler Foster, Darwin'den örnek verir, keyifli bir uyarıcıyla karşılaşıldığında kasların gerilmesinden bahseder falan. Eh, koşullanmayla duygulanma arasındaki farka dikkat etmek gerekiyor sanırım. İşin uzmanı değilim, Foster'ın fikirlerini daha sonra ölçüp biçmek üzere aldım sadece. Adam kısaca böyle bir şeyin -hayvan duyguları- var olduğunu söylüyor.

Koku olayını da anlatıp geçeyim. Bu sevimli hayvanların dünyası büyük oranda koklama üzerine kurulu olduğu için bilemeyeceğimiz bir şekilde tasarlanmış oluyor. Biz, bize uydurduğumuz dünya tarafından biçimlendirilmiş -kirletilmiş?- canlılarız, bilişsel bir harita oluşturabilmek için gözlerimize muhtacız. Ormanda durum değişir, Foster bir porsuk gibi koku alamadığı ve kokuyu değerlendiremediği müddetçe benzeşimin gerçekleşmeyeceğini bildiği için burnunu kullanmaya başlıyor. Bir bilgi kaynağı olarak dünyanın nasıl bir değişim geçireceğini düşünmek mümkün değil, buna yakın bir şeyi yaşamadıkça bilemeyiz. Dönüşte Foster'ı sudan çıkmış balığa çeviren de bu değişim; motor sesleri, bağırarak konuşan insanlar, koku kaosu... Doğal yaşam alanlarından çıkıp insanların arasına karışan bir hayvan için ne büyük eziyet!

Susamuru: "Susamuru olmak uyuşturucu etkisinde olmak gibidir. Şehir hayatında yasal sorun çıkarmayacak tercihlerle bunu yapmanın tek yolu, birkaç gece her saat başı double espresso içip soğuk duşun altına girmek, ardından hâlâ kıpırdayan balıklarla yapılmış koca bir sushi tabağını kahvaltı niyetine mideye indirip kısa bir uykunun ardından yeniden başa dönmek ve bunu ölene dek tekrar etmek olabilir." (s. 91)

Dünyaların dönüştürülemeyeceğini, yaşamı algılamanın seksen farklı yolunun birbiriyle pek az noktada kesişebileceğini kabullendiğini söylüyor Foster, yine de bu tür benzetmeler yapmadan ve uyku, beslenme vs. gibi faaliyetlerin istatistiklerinden yola çıkarak türleri karşılaştırmadan edemiyor. Komik de bir herif.

Bok mesela, susamurları için bok çok önemli. Bölgenin sahiplenildiğinden besin kaynaklarının varlığına kadar pek çok şeyin göstergesi olabilir. Belli bir süre için. Güneşin altında uzunca bir süre beklemiş bokun taşıyacağı pek bir mesaj yoktur, sadece sağlık durumu hakkında bilgi verebilir, o da susamurlarının pek dikkatini çekmez.

Foster susamuru oluyor, onlar gibi sinek yiyerek besleniyor, su kenarında yatıyor, yalnız geziniyor, avlandığı sırada seksle kıyaslayacağı bir haz hissediyor. En çok zorlandığı şey herhalde susamuru olmak, zaten pek de sevmiyormuş bu hayvanları.

Tilki ve geyik var, onlara girmiyorum. Geyiğe biraz gireyim gerçi; adamımızın av köpeklerine kendini koklatıp ormanda bir geyik gibi kaçtığı bölümlerde, eh, okur da kendini geyik gibi hissedebilir.

Muhteşem bir deneyim, Foster'ın yerinde olmak isterdim. Doğa hakkında kafayı azıcık yormuş biri bu kitabı da sever bence.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder