31 Ağustos 2017 Perşembe

Colin Heywood - Baba Bana Top At!

Esas adı Batı'da Çocukluğun Tarihi.

Coğrafyanın kader olmasına değinilir başta. Çocukların yetişkinler için anlamı coğrafyaya ve ekonomiye göre değişiklik gösterir, mesela Afrika'nın belirli bölgelerinde çocuklar piyadedir, Rebelle'de yaşadıkları dehşeti görebiliriz. Polinezya'da kabilenin ortak çocukları mülkiyet konseptinin olmadığı bir ortamda büyürler. Çocukluğun kimlikleri muhtelif, biz Batı'ya bakacağız.

Giriş bölümünde yazar, çocukluğun nispeten yeni yeni anlaşılan bir dönem olduğunu belirtip tarih boyunca çocuğun/çocukluğun ele alınış biçimlerini özetler. Aziz Augustinus'un kendi çocukluğundan bahsetmesi bir istisna olarak görülür, o dönemde çocukluğa dair hiçbir şey yoktur. 18. yüzyıla kadar edebiyatta da yer almamıştır. "Çocuk, yetişkinler dünyasında olsa olsa marjinal bir figürdür." (s. 8) Odakta olmasa da çocukluğun kıyısından köşesinden irdelenmesi, çocukların "eksik yetişkinler" olarak görülmesinin yavaş yavaş terk edilmesiyle ortaya çıkar; Dante'nin yaşam çağları buna bir örnektir. Öncesinde sadece tanımlamalar yapılmıştır, Aristo'nun çocuğun kim olabileceğiyle daha çok ilgilenmesi misal. Pek çok örnek mevcut, geçtim. Çocukluğun masumiyet, zayıflık ve cinsiyetsizlikle eşleştirilmesi yeni bir olay, psikolojinin etkisi aşikar. Çocukluk, bilimsel verilerin ışığında inşa edilmiştir denebilir.

Kitap üç bölümden oluşuyor, ilk bölümde "bir kavram olarak çocuk" inceleniyor. İkinci bölümde çocukların çevreleriyle ilişkileri ve büyüme süreci var. Üçüncüde iş, sağlık ve eğitim mevzuları. Kronolojik değil, tematik bir inceleme.

Değişen Çocukluk Anlayışları'nı özetleyeceğim. Farklı kültürlerin farklı değerlendirmeleri oluyor tabii, toplumlar kendi doğalarını şekillendirebildikleri ölçüde çocukluğu da benzer bir şekilde inceliyor. Mesela önceleri çocukluk, bebeklik diye bir şey yok. Bebek ve hoop, eksik bir yetişkin. Bu noktada araştırmacı Ariés'e geniş bir yer ayrılmış. Derli toplu ilk araştırmalardan birini yapan bu zat, önemli bir boşluğu doldursa da yöntemleri oldukça eleştirilmiş, yine de araştırmasından bolca yararlanılıyor. Neyse, bebek İsa'ya tapan ve çocukların masum ruhlar olduğunu söyleyen azınlığın aksine Orta Çağ'ın elit ve eğitimli tayfasına göre çocuk "iç çeken zavallı bir hayvan" ve günahkâr. Dini söylencelerden doğan bir görüş bu, Augustinus'un nesilden nesile geçen günah lekesini taşıyan çocuklara sevgiyle yaklaşmadığı söylenebilir. Vaftiz edilmeyen bebeklerin cehenneme gitmesi de bu görüşün bir yansıması. 12. yüzyılda muhalif seslerin yükselmesiyle bu görüş gücünü yitirse de asla kaybolmamış.

Aslında çocukluğun ne olduğuna pek de dikkat edilmemiş, dönemin mühim şahıslarının anılarından bunu çıkarıyoruz. Bir de şu var: "(...) Örneğin Amerika'da boy kelimesinin yetişkin bir köleyi veya Fransa'da garçon kelimesinin Fransız kafesinde çalışan servis elemanını tanımladığı gibi, 'çocuk' için kullanılan puer, kneht, fante, vaslet veya enfes gibi kelimeler de genellikle bağımlılık veya kölelik anlamı taşıyan sözcüklerdi." (s. 25) Dile bakmak gerekir, tarihte kelimeler birden fazla anlamı karşıladıkları gibi anlam değişimine uğrayarak geçmiş hakkında bilgi verebilir. Çocukların sanıldıkları gibi "kötü" olmadıkları uzgörülü bilginlerin çabalarıyla ortaya çıkıyor. Çocuk yavaş yavaş kimlik değiştiriyor ve sosyal-psikolojik yatırımların artmasıyla anlaşılabilir hale geliyor. Locke, Rousseau ve dönemin diğer bilginleri eserlerinde çocuğun neliğine dair tartışmalara giriyorlar. Tabula rasa, mesela. Emile de diğer bir kilometre taşı. Çocuğun masumiyeti ve bilgeliği resimde de kendisini gösteriyor, örneklerle anlatımı mevcut. Victor Hugo'nun şu dediği de önemli: "'Kristof Kolomb sadece Amerika'yı keşfetti. Bense çocukluğu keşfettim.'" (s. 35) Makine Çağı'yla sonlanan süreçle birlikte çocuğun dünyanın pisliğinden uzak oluşu yüceltildikçe yüceltilmiş.

Çocuğun yetişmesinde kalıtım-çevre ilişkisi de incelenmiş. Rönesans sonrasına kadar çocuğun ailesinin her şeyi belirlediği fikri baskınmış, sonrasında çevre faktörü güçlenmiş. Bu konuda Golding'in Deniz Üçlemesi sağlam fikirler verebilir, Talbot biraderin gelişimi ve kişiliğini sorgulaması bu mevzuya cuk oturuyor. Ekonomik durumun bağımsızlığa pek bir katkısı olmuyor gerçi; çocuk ölümleri yüzünden Püritenlerin küçücük beyinlere İncil'i sokuşturma çabaları anlaşılabilir, çocukların özgür oldukları pek söylenemez. İşin ekonomik boyutu korkunç, sonda bahsedeceğim. Bir de mastürbasyonun ölümcül bir hastalık ve günah sayıldığı zamanlarda çok parlak fikirli bir bilim adamı, çocuklara kâfuru emdirilmiş kilotlar giydirilmesi gerektiğini söylemiş. İnsanoğlu cahillik yüzünden ortadan kalkabilirmiş, böyle kaç vaka vardır acaba? Ucuz yırtmışız.

İkinci bölüme geçiyoruz, Büyüme: Ebeveyn ve Yaşıtlarla İlişkiler. Çocuklar için şimdiden bir mum yakmalıyız, masum oldukları kadar şiddete maruz kalmaya açıktırlar ve bazı araştırmacılar ebeveynlerin gerçekten rezil insanlar olduklarını söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Doğru mu peki? Doğruluk payı var. Sömürülen çocukların varlığı bir yana, aile hem bir hediye hem de bir lanettir. Bazıları lanetle daha sık yüz yüze gelirler.

Doğum kontrolü, ciciannelik mefhumu gibi pek çok konu var, ben ilgi çeken kısımları alacağım. 18. yüzyılda tıp eğitimi almış kadınlar yerine çok sayıda doğumda bulunmuş kadınlar tercih ediliyormuş, bu makul. Geleneksel yöntemle doğum yapılması uygun görülürmüş, bu da iyi. Cerrahların, eczacıların ve ebelerin bilgisizlik ve donanımsızlık yüzünden çocukları parça parça çıkarmaları, bebeği almak için anneleri doğramaları, bu korkunç işte. Bilim mühim. Doğumdan sonra batıl inançlar geliyor tabii, bizde de Albastı/Alkarısı/Çarşamba Karısı nam doğaüstü varlık olarak kendini gösteren öcülere karşı alınan önlemler garip. "Köylü kadınlar pencereleri kapatır, rüzgarın -ve kötü ruhların- gelmesini engellemek için çatlakları onarırlardı. Bu durum, sonunda tıpta 'kapama metodu' adını aldı." (s. 61) Vaftiz meselesi buraya bağlanabilir.


Şunun ölümlere yol açması şaşırtıcı olmasa gerek, Rus Ortodoks kiliseleri sağ olsun.

Aklımda birkaç soru var, cevabını bulana kadar döndürüp dururum. Birinin cevabını buldum. Bir bebeğe bir azizin/azizenin adını verme geleneği ilk defa 12. yüzyılda Akdeniz'de ortaya çıkmış ve yavaş yavaş kuzeye yayılmış. Protestanlar ve Katolikler arasında isim mevzusundan da tartışmalar çıkmış, Ichabod ve Ebenezer gibi Eski Ahit'ten isimler kullanılmış. Kız-erkek bebek ayrımı, bebek ölümleri gibi meseleler her ne kadar cinsiyetçilikten nasibini alsa da ebeveynlerin ölümler karşısında genellikle üzgün oldukları söyleniyor. Doğal. Sütannelik bir zenginlik göstergesi olarak kullanılmış, kundaklamanın ortaya çıkardığı kamburlar ve sakatlar bu uygulamadan vazgeçilmesini sağlamış, bir sürü şey. Bebeklerin kasıtlı veya kasıtsız öldürülmesiyle alakalı anlatılanlar, değer yargılarının çok farklı olduğu bir zamanı aydınlatıyor. 10. yüzyılda İzlandalı babaların bebeklerini öldürme hakları varmış, 14. ve 15. yüzyılda Floransa'da kazara bebek öldürenler tazminat ödeyerek yırtabiliyorlarmış. Cezalar endüstri toplumunun biçimlenmesiyle birlikte zorunlu çalışmaya dönüştürülmüş. Terk edilmiş çocuklardan oluşan yetimhanelerde soyluların terk ettiği sakat çocuklar varmış falan, çocuk terki de zamanın güncel problemlerinden.

Üçüncü bölümde politik ekonominin çocuk fikrini adım adım değiştirmesi incelenmiş. Hiç bulaşmayacağım, sömürünün yüzleriyle karşılaşacaksınız. Yanında H. G. Wells'ten Kipps'i okursanız görev tamamlanmıştır.

Nerede okudum, hiç bilmiyorum: "Çocuktuk/ve çaresiz" Şarkı da cuk oturdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder