14 Ağustos 2017 Pazartesi

Raymond Radiguet - İçimizdeki Şeytan

Sinemaya uyarlanmış, üç kez. Makul; klasiklerin her on yılda bir tekrar okunması gerektiğini söylerler, bu roman da tekrar tekrar filmleştirilebilir.

Radiguet'nin ölüm döşeğinde Cocteau'ya söylediği renk uçuşması anlaşılabilir; kendisi yirmi yaşında hayata veda etmiştir ve renk kovalayacağı zamanı ardında bırakmıştır. Coşkuyla doludur; Apollinaire'ye bir başyapıt yazamamış olmanın sıkıntısıyla dert yanar. Sözlükten apardım bunları, çaktırmayın. Bu romanı onlu yaşlarının sonunda yazmıştır, yaşadığı gibidir muhtemelen, otobiyografik öğeler ağırlıktadır. Savaşın hemen öncesinde onlu yaşlarının başındadır ve dört yıllık bir tatilin nasıl doldurulabileceğinden bihaberdir. Sınırsız bir özgürlükle ne yapılacağını bilmek, o özgürlük harcandıktan sonra belli olur. Eh, bizim çocuk da gönül işlerine meyleder. "Ben hiç hayalci biri olmadım. Benden daha naif olanlara hayal gibi gelen şey bana, bir kedinin cam fanus içinde duran peyniri gerçek bulması kadar gerçek gelirdi. Ama cam yine de vardır." (s. 5) Hayal kurmaz, eyleme geçer ve yaşayarak görür. Cam varsa da kırılabilir, acısı çekilerek.

Elde etmek, itmek ve itilmek, kıskançlık, aşk, sevgi, aitlik ve aidiyet üzerinedir. Bir açıdan Baştan Çıkarıcının Günlüğü'ne benzer ama ondan bir adım öteye gider, elde etmenin ötesinde neler olduğunu irdeler. Şeytanlıkla pek de bir ilgisi yoktur; duyguların ve merakın peşinden gitmek esas mevzudur. Kurgusal bir ilişkinin her bir adımı ihtiyatla, üzerinde yüz kez düşünülerek atılır, duygularla pek bir ilgisi olmadığı söylenebilir ama tutkunun zincirleri alenen ortadadır.

Anlatıcımız ergenliğinin baharında bir gençtir, okula pek ilgi duymaz ama annesiyle babasını güzelce idare ederek eğitimini sürdürür. Dayak yediği için çatıya çıkıp kendini atmaya karar veren bir kadını izlerken babası annesine kimsenin onun kadar duygusuz olamayacağını söyler ama çocuğun dünyaya şiirmiş gibi bakma huyunu bilmez, bu olay çocuğa savaşın yaratacağı sefaleti imgeler yoluyla aktarır. Top sesleri işitilir, Almanlar çok yakındadır. Ölüme çıkan boş bir uzam. Dost Réne ve kızlarla yakınlaşmalar, bombaların gürültüsünü perdeleyen uğraşlara dönüşür.

Marthe ortaya çıktıktan sonra oyunlar başlar. Kız bir askerle nişanlıdır, adam cepheye gidene kadar pek az vakit geçirebilirler ama bu vakitlerde de anlatıcının taktikleri, kişiliğinin belirsiz noktaları ortaya çıkmaya başlar. Anlatıcı yalanlara başvurur, aralarında sırların doğmasını sağlar ve bunu kızın üzerinde egemenlik kurma düşlerine bağlar. Ailesi ve dostu giderek uzaklaşırken Marthe yakınlaşmıştır; birlikte eşya seçmeye giderler. Gencimiz kendi zevkini kızın zevkiymiş gibi düşündürür, bu da bir zaferdir. 19 yaşında bir kız, nişanlısıyla yaşayacağı ev için bir başkasıyla eşya bakmaya gidiyor ve onun fikirlerine göre hareket ediyor. Bizimki 16 yaşında, kızın Baudelaire okumasına ve özgürlüğüne ortak olmasına bayılıyor. Kendi özgürlüğünü keşfetmesi ve onu kızdan sakınması da kendi ruhunu yücelten bir şey, bencilliğinin bir derecesi.

Kızı sevmiyor ve sevmediği halde yakınlaşmaları sevdiğini gösteriyor. Aşık değil ama kızın nişanlısıyla geçirdiği zamanlar kıskançlıktan kıvranmasına yol açıyor, aslında aşık. Kendini keşfederken kızın ona sunduğu aynanın berraklığına hayran kalıyor ve kimseyi umursamayana kadar ilerletiyorlar işi. Kızın evinde sevişmeleri, komşular tarafından dışlanmaları, gencin annesiyle babasının umursamaz ve sinirli tavırları birbirine ekleniyor. Kız, çocuk için çok yaşlı olduğunu ve gitmesi gerektiğini söylüyor ama kopamıyorlar; kızın aşkı oldukça derin, herkese rest çekebilecek ölçüde. Nişanlının cepheden gelen mektupları pek bir şey ifade etmiyor, anlatıcı mektupların yakılmasını önlediği ve kızın mektupları okumasını sağladığı için erdemli bir adammış gibi hissediyor kendini, bu tür yanılsamalara ihtiyacı var. Kendini adamın yerine koyup kızın kendisini aldattığı düşüncesine katlanamıyor ama kopmayı düşünmüyor. Her şeyi ölümüne kıskandığı bu adama borçlu, o olmasaydı bu ilişki de doğmayacağı için hiçbir şeyden sorumluluk duymuyor. Hamilelik örneğin; kız hamile kalıyor ve doğurmak istiyor, bu yüzden ortalıktan kayboluyor. Tansiyonu giderek yükselen bir ilişki için hem bir ara, hem de ayrılığın acısının çekileceği en duyarlı zaman. "Kuşkusuz ki aşkımız, birbirimize acı çektirmekten hoşlandığımız çağındaydı, bunlar aşkın tutkuya dönüştüğünün kanıtıydı." (s. 55) Birbirlerine acı çektirirler ve hiçbir şey açıklamazlar. Sahte bir anlayış, berraklık her şeyin ortada olduğunu düşündürür. Geçicilik duygusu hiçbir şeyin üzerinde durmamayı sağlar, anın ötesi mühim değildir. Birbirlerine iyice benzedikleri zaman anlatıcı memnundur çünkü kendisinden bir tane daha üretebilmiştir. Mutsuzdur, başarıya ulaştığı noktada canı sıkılır.

İzin zamanında kadının nişanlısıyla seviştiğini ve nişanlının çocuğun kendinden olduğunu düşündüğünü öğrendiği zaman ihanete uğramış gibi hisseder, kadın bunları ondan gizlemiştir. Burjuva ahlakı sadece bu noktada ele alınır; yalan içinde yalan olduğu zaman yoldan çıkılır, başka türlü değil. Dönemin toplumsal çarpıklığı da böylece iğnelenmiş olur.

Tutkunun erdemi silmesi bir yana, kaos anlarının yarattığı saf yaşamla verilen mücadele de oldukça ilgi çekici. Radiguet'nin daha uzun yaşamış olmasını diliyor okur. Ben diledim, sizi bilemem. Siz de dilersiniz bence.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder