22 Eylül 2017 Cuma

Péter Esterházy - Hrabal'ın Kitabı

Kosztolányi'nin bahsi geçiyor arada bir yerde, büyük mutluluk. İki karnaval işçisi yazardan biri diğerine saygılarını sunuyor. Sunsun, iyi eder ama daha ağır, yaralı bir hal var, ustanın oyunculluğu aynen sürdürülecek olsa da mizahın karası, komiğin trajedisi her an tetikte, her an işkenceye uğramayı bekler halde. Ustanın zamanında ilk büyük savaş atlatılmış, acıları çekilir halde ve ülke kaotik; parçalanmalar, birleşmeler, Avrupa'nın geri kalanıyla uyuşma çabaları derken bir yerden tutunmaya çalışan insanlar beliriyordu, farklı dilleri konuşan iki karakterin sadece mimik ve jest yoluyla anlaşmaya çalışması bu mevzuya sağlam bir örnekti. Ghost Dog: The Way of Samurai'da dondurmacı Fransızla samurayımızın dostluğu da böyle. Sağlam, yarım. Esterházy'nin Macaristan'ı ikinci bir dünya savaşını daha görmüş, Sovyet zorbalığına maruz kalmış bir ülke. Daha parçalı, toplumun benimsediği ve yavaş yavaş delirmeye yol açan bir bilinmezin orta yerinde.

Sleeper'da Woody Allen'ın söylediği, yukarıda bizi izleyenin devlet olduğuydu. Bir tık ileri götürülebilir; Tanrı tasfiye edilmiştir, ortadan kalkmıştır. Komünist politikaların sonucu olabilir, Tanrı'nın aslında pek de bir işe yaramadığı fikrinden kaynaklanıyor olabilir, sonuçta Tanrı gücünü böylesi bir güruhu iyilikle denkleyemeyecek, denklemeyi tercih etmeyecek bir ölçüde hasır altı eder ve sadece bir gözlemci olarak varlığını sürdürür. İki meleği vardır, Cebo ve Blaise. Pascal da kendine yer bulur romanda, çoğu şey gibi. Engin sessizlik karşısında duyduğu korkudan bahsederken Tanrı'dan alıntı yaptığı söylenir, böylece adını meleklerin hizasına yazdırmış olabilir. Mümkün ama Cebrail daha eski, ne yapacağını daha iyi bilir halde. Sözde. Blaise yardımcı durumunda. Aileyi izliyorlar. Aileyi izlerken melekliğin neliğini, Tanrı'yı düşünüyorlar. Tanrı da düşünüyor, sessizliğin diliyle düşünüyor. Sessizliğin dili, sevginin dili. Tanrı'nın varlığının sezgisel olumlaması.

Esterházy'nin şöleninde anlatının nereye gideceğini, anlatıcının araya girip girmeyeceğini, Yazar nam karakterin yazdığı metinle okunan metnin ne ölçüde kesiştiğini fark etmek mümkün değil. Modüler bir anlatım sistemi vardır; Anna'nın evlenmeden önceki yaşamı ve ailesi, Yazar'ın ailesi ve yaşamı, yaşamlar ve aileler, devletin güdümündeki yaşamlar, ailelerin kepaze ettiği yaşamlar, korkuyla dolu olanlar, alenen gösterilen kolluk kuvveti sopasıyla birlikte aile içinde yaşanan ihanetler birbirine girer. Katmanı çok bir geçmişin içinde dolanırız, işin içine zamansız Tanrı girince akıştan kurtuluruz ve belli bir sabitte düşüncelere boğuluruz. Sürerliği olan bir şey değil, Anna'nın melekleri fark edip uyumalarını izlemesiyle sabit de akışa kapılır. Esterházy insan tarafından yaratılanlarda Tanrı'nın izlerini görmenin mutluluk verici olduğunu söyler, gerçi bu mutluluğun içinde Tanrı'ya duyulan küçümseme de işin içine girer. Suretler karışır, yücenin bayağılığı fark edilir. Tanrı'nın korkusu da budur; zaman gibi bir yaratının benzeri metinlerde doğabilir. Gocunulacak bir durum değil, boynuz kulağı geçse de kulak ve boynuz bambaşka şeyler.

Hrabal'ın mevcudiyetini Yazar'la Anna sağlar. İçimde ukte; Baran önermişti Hrabal'ı ama bulamıyorum. Trenler haricinde bir kitabı daha varmış, kitapların yok edildiği bir yerde çalışan bir adamla ilgili. Sıkı kitapmış, denk gelirsem alırım. Sanırım iki kitabı çevrilmiş Türkçeye, anlatıldığı kadar incelikli bir yazarsa neden çevrilmiyor, Dedalus göreve. Neyse, bu Çek yazarı karakterlerimiz çok sever ve evliliğe katmadıkları kişiliklerini bu yazarla sürdürdükleri hayali diyaloglarda canlandırırlar. Kızarlar, öfkelenirler, severler, Hrabal direkt muhataplarıdır. Hrabal Tanrı'yla da muhataptır, metnin sonlarında tiyatro sahnesindeymiş gibi görürüz ikisini, tiyatro metnine dönen diyaloglarla ikisinin absürtlüğü kapışır, Tanrı'nın gerçeğe ulaşan Hrabal'ı kucaklamasını görmek isteriz ama bu bir hakarettir, yaşam verilmiş hemen her şey sevginin diliyle söylenir ama sevgiye ulaşmak bir hakarettir Tanrı için. İnsanın ulaşacağı menzil, gazaptan fazlası değildir. Toplum için de geçerli bu.

Ulusların sevgiyle yönetilmediğine dair bir alıntı yapardım, bulamıyorum.

Konu muhtelif. Yazar'ın gerçek gibi edebiyat-edebiyat gibi gerçek ikilisinden yırtamaması onu yaşayan bir karaktere dönüştürüyor, romanlardan fırlamış bir adam. Anna rüyalarında Hrabal'ı görüyor ama bunu söyleyemiyor çünkü görmesi gereken Yazar. Olsun, o kadar giz her ailede mevcuttur ve Anna bir edebiyat duludur, kocasını edebiyata kaybetmiştir. Çocukları var ama pek önemli değiller, annelik ve babalığın hissettirdikleri daha mühim.

Diyeceklerim başlayacakken bitiyor, fazlasını demeye yeteneğim yok. Şenlikli bir metin, acısı kadar sevinci de çok. Oyunlarına biraz değindim, bir tane daha: Postacıyı eve alan Anna, adamın üzüntüsünü dindirmeye çalışır ve ağlayan adamın kırık kalbini onarmak için ona yemek yapar, rahatlasın diye kocasının kıyafetlerini verir. Yazar eve gelir, postacıyla eşini görür ve postacının kıyafetlerini giyip kalan mektupları dağıtmak için sokak sokak gezinir. Eve geldiğinde sessizce bakışırlar, mevzu kapanır. Bunca kapalılığın, anlatılmayanın içinde her olasılığı dahil eden bir açıklığı sağlamak zor ama Esterházy müthiş bir iş başarmış. Bence. Bir de şey; dehşetin izleri her yerde. İşkence yöntemleri, devlet adamları, polisler, işkenceler, her şeye rağmen yaşamak ve yine işkenceler, hep işkenceler... Tarihinden kurtulamayan, geçmişin şimdiyi boğduğu bir ülkede üç beş hassas insan.

Delicesine öneririm, mutlaka okuyun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder