29 Aralık 2018 Cumartesi

Hans Erich Nossack - Nişan

Nossack'ın Türkçeye çevrilen tek metni. Zeyyat Selimoğlu çevirmiş. Yankı'nın 44 seri numaralı kitabı. Arka kapağa yazılanlardan alıyorum: Öğrenci, fabrika işçisi, gezgin, memur. 1933'ten 1945'e kadar kitapları Almanya'da yasaklı. 1943'te Hamburg'daki evi bombalandığında bütün müsvetteleri ve anı defterleri yok olmuş. Jean Paul Sartre, "Fransa için 'keşfedilmiş' Alman yazar" olduğunu söylemiş. 1957'de Alman Sanayi Birliği'nin kültür ödülünü, 1961'de pek çok ünlü yazarın kazandığı Georg Büchner Ödülü'nü, 1963'te Wilhelm Reabe Ödülü'nü kazanmış. Pek çok metninden sadece birinin Türkçeye çevrilmiş olması eksiklik. Öykülerinde insanın doğayla mücadelesi ve savaşın getirdiği çarpık gerçeklikte var olma uğraşı, doğaya yabancılaşmış olmanın ve savaşın çarpıklaştırıcı yaşam algısıyla yaşamaya çalışmanın getirdiği bulanık, belirsiz bir düzlemde ele alınıyor. Zamanının yeni bir sesi Nossack, günümüzde de yeniliğini koruyor. Değerlendirilmeli bence. Daha çok eseri çevrilmeli Türkçeye. Evet.

Üç öykü, ilki Nişan. Yola koyulmanın yedinci haftasında, uzaklarda anıta benzer bir şey görüyorlar, kar ovasının ortasında. Nişanı anıt olarak da düşünebiliriz, bir şey var orada ve öylece duruyor, heykele benziyor, bir dikit de olabilir, bembeyaz bir ıssızlıkta bir şey. Yolculuğu bildik, belki bir keşif gezisi, yedi haftadır yürüyen topluluk belki bilimsel bir keşif grubu, denedikleri şeyi daha önceden deneyenlerin bir daha geri dönmediklerini öğrenmişler, istikamet bilinmeyen. Niyetlerini bilmiyoruz ama önemli olan nişan. Bir saat boyunca yürüyüp şeyin yanına geliyorlar, donmuş bir adam buluyorlar. Adam ayakta duruyor, öylece donmuş. Gözleri kapalı. "Kafasının içinde kendince güzel bir düşünce olup gülümsediğinin farkında olmayan tek başına biri gibiydi." (s. 8) Gülümsemeyi hoşnutlukla karşılayamıyorlar çünkü haftalardır yürüyorlar, sinirleri bozuluyor, gülümseyişten kendilerince anlamlar çıkarıyorlar ama hepsi de soğuğun ve sessizliğin donukluğunu taşıyor, kendilerini adamla biçimliyorlar, sözcükleri adamın tebessümünden dökülüyor. Anlatıcının Blaise'le kurduğu diyalogdan bir nevi bilim-inanç çatışmasının doğmuş olduğunu görüyoruz. Dini bir niteliği yok bunun, Blaise sayılara, coğrafyaya ve koordinatlara önem verirken anlatıcı bunların sadece gerçekliği biçimleyen şeyler olarak görüyor, önemli olan orada bir başlarına olmaları. Olanlardan çıkardıkları anlamlar çok farklı. Kamp kurduklarında donuk adamla ne yapacaklarını düşünüyorlar, kimi adamı yatırmak gerektiğini söylüyor, kimi gömmek gerektiğini, kimi başka şey. Sonra adamla karşılaşmaları üzerinden bir bahis açılıyor. Biri adamın oraya nasıl geldiğini sorduğu zaman bir diğeri kendilerinin oraya nasıl geldiklerini soruyor, amaçları ve sonrasında da yaşamları sorgulanıyor. Anlatıcı hiçliğe daha fazla katlanamayıp adamın "sırıtışını" paramparça etmeye kalkıyor ama biri engel oluyor ona. "'Tanrıların yapıldığı malzemeden yapılmış bir adamdır bu bana kalırsa. Her zaman için gereklilik duyulan bir şey. Resmini herkese gösterip donmuş bir Tanrı bulmuştuk, diyeceğiz.'" (s. 17) Tartışma külleniyor, iki haftalık erzaklarının kaldığı ve geriye dönemeyecekleri ortaya çıkıyor. Ölümle yan yana duruyorlar, bir süre daha. Adamın belki de bir kas seğirmesi yüzünden gülümser gibi durduğundan bahsediyorlar, en sonunda anlatıcı adamın duruşunu ve yüzünü taklit ediyor, çekilecek fotoğrafta daha iyi bir donukluk oluşturabilmek için.

Sonrasını bilmiyoruz, anlatıcının bunları çok daha sonrasında yazdığını öğreniyoruz ve bitiyor öykü. Nereye yüründüğü, yürünüp yürünmediği, her şey yoruma bırakılıyor. Bir alıntı daha yapacağım bundan, öykünün ruhunu taşıyor belki: "'Başkalarını bundan rahatsız etmeksizin, bir başarısızın hayatını sürdürebileceğim noktaya dek yürümek, geriye doğru.'" (s. 20) Buzzati'nin çölünü beyaza boyarsak aynı ruhu duyabiliriz.

Dorothea, etrafta patlayan tüfekler ve bombalar olduğu zaman bireysel gerçekliğin paramparça olabileceğine dair müthiş bir öykü. Üç farklı başlangıçla ilerleyebileceğini söylüyor anlatıcı ama onca yok oluşun arasında kalan tek ögeyi anarak başlıyor, Dorothea'yı. Sonra 1946-1947 kışını anlatmaya başlıyor. Korkunç bir kış, atlatanlar için bir ölüm kalım savaşı, başlı başına. Yiyecek ve barınak yoksunluğu yüzünden insanların birer birer öldüğü, Hamburg'un bombalanmasından sonraki en sert günler. Anlatıcı yiyecek alabilmek için saatini satmaya karar veriyor ve kendisine salık verildiği üzere neredeyse temellerine kadar yanmış bir eve gidiyor, kapıyı Dorothea açıyor, kocasının orada olmadığını ama geldiğinde saatle mutlaka ilgileneceğini söylüyor. Bir tanışlık duygusu doğuyor aralarında, sanki birbirlerini geçmişin kırık aynasında seçer gibi oluyorlar ama tam da çıkaramıyorlar nerede, ne zaman karşılaştıklarını. Dorothea'nın eşi gelmiyor, adam o eve bir kez daha gidiyor sonra, Dorothea'nın hikâyesini dinliyor. Savaşın dehşeti içinde Dorothea'ya yardım eden bir asker, ailesi kısa süre önce öldürülmüş olmasına rağmen kadını bir başına bırakmıyor ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyor. Anlatıcının kendi hikâyesinde de benzer bir durum var, bir kadına yardım etmesine dair. Sonuçta aslında birbirlerini tanımadıkları ortaya çıkıyor ama acılar yüzleri birörnek hale getirdiği için, hikâyeler neredeyse aynı olduğu için, aynı savaşın içinde aynı korku yaşandığı için pek de uzak düşemiyorlar isteseler de. Yaşananların irdelendiği, Tanrı'yla konuşulacağı günün beklendiğine dair müthiş bir sonu var öykünün. Yine bir alıntıyla bitireyim: "Acaba büyük sarsıntılar sırasında hepimiz birbirimize mi benziyoruz? Yoksa böyle anlarda düşüncelerimiz kırık dökük sınırları aşıyor da kendiliklerinden evrene mi saçılıyor? Ve bugün ya da yarın, orada bir yerde, belki yine sarsılmış birinin düşünceleriyle karşılaşıp bizim de katılabileceğimiz bir alın yazısını birlikte yaşıyorlar." (s. 78)

Kıyıda. Ailenin çürütücü etkisi üzerine. Gümrük memurluğundan nasibini alması istenen bir adam, ailesinin örümcek ağı gibi ördüğü yaşamından kurtulmak ister ama gümrük memuru olan eniştesi, annesi, babası onu istemediği bir yaşamın ortasına çekerler. Anlatıcı, Nellie'yle muhabbet ederken bağlarını birer birer gözler önüne serer, çocukluğundan itibaren içine düştüğü çıkmazları anlatır ve en sonunda bir sabah karşı kıyıya geçeceğini, geriye dönüp baktığında her şeyin çok daha iyi olacağını söyler. Karşıya geçme hayali sürer, eyleme dönüşüp dönüşmemesi önemli değildir, çıkış yolunun varlığı bilinmektedir. Yeterli.

Nossack'ın insanları meseleleriyle var olan insanlar, kendilerini açmakta son derece cömertler. Genellikle bir başlarına da değiller, içlerindekinin dengini bir başkasında buldukları zaman sanki bir umuda kapılıyorlar ve anlatmaya başlıyorlar, kendileri için iyi bir sonuca varamasalar bile anlatmanın saadeti var, onunla yetiniyorlar. Güzel bir şey. Nossack iyi bir yazar, çevrilmeli. Çevirir misiniz?

27 Aralık 2018 Perşembe

Fernando Báez - Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi

Tersten başlayayım, Báez'in şahit olduklarından, böylece binlerce yıllık kıyımlar gözde canlanabilir. 10 Mayıs 2003'te Irak'a geliyor Báez, Bağdat Ulusal Kütüphanesi'ndeki hasarı incelemek için uluslararası bir komisyonun üyesi olarak. Savaşın orta yerinde hasar tespiti için çalışıyor, Saddam Hüseyin'in devrilmesinden kısa bir süre sonra. Sokaklarda çatışmalar sürüyor, Hüseyin'in dev heykeli devrilir devrilmez sokağa fırlayan halkın çekirge sürüsü gibi yayılması, devletin kurumlarındaki eşyaları yağmalaması sürüyor. Kütüphane yanmış ve kısmen yıkılmış, en ufak bir depremde yerle bir olacak gibi duruyor. Yağmacılar bütün yazmaları, nadir kitapları, satılabilecek şeyleri alıp ortadan kayboluyor, sonrasında kundakçılar geliyor ve yapıyı yakıyorlar. Amerikalılar hiçbir şey yapmıyor, askerler manzarayı izliyorlar. Üç bin derecelik bir sıcaklık mermerleri çatlatıyor, ateş giderek büyüyor ve binlerce sayfayı yutuyor. Sadece kütüphaneler değil, müzeler de yağmacıların saldırısına uğruyor ve tarihi eserler karaborsada satılmak üzere kaçırılıyor. Af çıkarıldığı zaman sağa sola bakınarak yaklaşıp gizledikleri heykeli bırakarak uzaklaşan çocuklar çıkıyor ortaya, yine de yıkımın akıl almaz boyutlara ulaşması engellenemiyor, tarih parça parça yok oluyor. Báez'in Kitap Tarihindeki En Acı 10 Olay adlı haritasında bu facia onuncu olay olarak yerini almış. Diğer olaylar kronolojik bir şekilde işleniyor, tarih öncesinden günümüze kadar kitapların kıyımına dair bir dünya hikâye, bilinen örneklerden pek bilinmeyenlerine kadar onlarca vandallık var, hatta gümüşçünler bile yer bulmuş kendine, doğal düşmanlar arasında.

Teşekkür bölümünden devam. 12 yıllık bir çalışmanın ürünüymüş bu kitap. Yeni Zelanda'dan Çin'e pek çok ülkenin üniversitesi yardım elini uzatmış yazara, liste dolup taşıyor. Robert Burton'a ve Cortázar'a özellikle teşekkür ediyor Báez, bu kitap onlara çok şey borçluymuş. Bir de ilk sayfadan son sayfaya kadar düzenli bir okuma önermiyor, "olası kitaplar antolojisi" olarak herhangi bir bölümünden başlanabileceğini söylüyor. Böyle de yapılabilir ama kronolojik ilerleyiş günümüze nispeten yakın olan kıyımları aydınlatabilir, bundan bin yıl önceki kıyımla yüz yıl önceki kıyım arasında kolonyal hareketlerin sebep olduğu kültür tahribatının izini sürmek meseleleri derinleştirip -belki- daha iyi bir kavrayış sağlıyor. Yine de tercih okurun. Ben baştan sona gittim, pişman değilim. İsteyen istediği gibi okusun. Bana ne canım. Sunuş bölümü yine Irak izlenimleriyle başlıyor, belleklerinin silindiğini söyleyen bir Ortaçağ tarihi profesörü yitip giden birikimin ardından ağlıyor. Korkunç bir acı. Benzer bir duyarlılık Báez'de de var, çocukken günlerini geçirdiği Venezuela'daki kütüphanenin bir taşkın sırasında sular altında kalması, kitapların okunamaz hale gelmesi hayatının en travmatik olaylarından biri. Bu olayın etkisiyle kitap kıyımlarını takıntı haline getirmiş olabileceğini söylüyor, sonrasında sürekli gittiği bir sahafın da çıkan yangınla kül olması bardağı taşıran son damla olabilir. Yitip gidenleri bulmak istiyor ve incelemesi için veri toplamaya başlıyor böylece. Kendinden yola çıkarak insanın yok etme duygularına da eğiliyor, işin mantığını anlayarak ilerlemenin daha sağlıklı olacağını düşünüyor. "Akılcı bir çağda yaşıyor olabiliriz ama düşünce ve bilim kılık değiştirmiş efsanelerdir." (s. 25) Yıkım da bu değiştirilen biçimlerin başlangıç noktalarında arketipsel olarak yer alıyor, bir toplumun inşasında ve diğerinin ortadan kaldırılmasında, düşmanın tehlikesiz hale getirilmesinde başat bir rol oynuyor. İlerleyen bölümlerde bunun Freudyen bir karşılığına daha rastlarız; kitapların baba figürüne denklenmesi ve babayı yenilgiye uğratma arzusu sonucu yıkımların doğduğu görüşü günümüze ışık tutabilir, gerilere doğru gittikçe psikolojinin dışına da çıkmamız gerekiyor. Romalılarda damnatio memoriae denen dalga, tarihten silinmesi gereken bir insanın/fikrin hemen hemen her yerden silinmesi anlamına geliyor. Kitaplar, heykeller, ne varsa. Kültürel birleştiriciliğiyle kitaplar çok tehlikeli, saldırılacak ilk nesne olarak, gayet kırılgan, öylece dururken yok etmesi kolay. Yok etme kültürüne baktığımızda cahil insanların en masum olanlar olduklarını söylüyor Báez, birikimli insanların sistemli bir şekilde kıyım başlatabileceklerini ve toplu cinnet sonucunda insanları birbirlerine kırdırabileceklerini söylüyor. Örnekleri ilerleyen bölümlerde var ama bir tanesini hemen söyleyeyim: Goebbels. Kendisi deli gibi okurmuş, neyi yaktırıp yaktırmayacağını iyi bilmiş. Heidegger'in de bu yakma işlerine alet olduğuna dair iddialar var ama yapılan bir röportajda yakma işlerine bulaşmadığını söylüyor. Gerçi kesin bir dille reddetmiyor söylenenleri, bana biraz kem küm ediyor gibi geldi ama bilemeyeceğim.

Çok başlık, çok yıkım var, belli başlılarını alacağım. Sadece kıyımların hikâyeleri yok, ilk alfabelerin, metinlerin ortaya çıkışlarının efsaneleri de var. Asurbanipal'in kütüphanesinin yerle bir edilmesiyle ilk kıyımlardan birine geliyoruz. Tabletlerin kırılması halinde tanrıların gazabına uğranacağına dair uyarılar fayda etmemiş, sayısız kayıt ortadan kaldırılmış. Sonrasında Persepolis'in yanışı var. Thais diye bir kadının Büyük İskender'i kışkırttığından bahsediliyor, körkütük sarhoş olan hükümdar kütüphanenin yakılması için emir vermiş ve böylece Zerdüştlerin kutsal kitabının da aralarında bulunduğu pek çok eser kül olmuş.

Antik Yunan. "En iyimser tahminlere göre bile antik dönem Yunan edebiyatı, felsefesi ve biliminin yüzde 75'i kaybolmuştur." (s. 55) Çok üzücü, bilimin antik konseptleri kaybolmasaydı dünyanın şimdiki hali ne olurdu acaba? MÖ 500-200 arasında Atina'da iki binden fazla tiyatro oyunu sahnelenmiş ama bize sadece kırk altısı kalmış, bu da üzücü. Kopya sektörünün de ortaya çıktığı zamanlarmış o zamanlar, yazıcılar zengin olabilirmiş kopyalayıp sattıkları eserlerle. O kadar kopyadan pek azı kalmış günümüze, Báez'in verdiği örnekler arasında "Platon'unkinden daha yaygın olarak okunan bir Devlet" var, Kıbrıslı Zenon tarafından yazılmış. İskenderiye Kütüphanesi'ne geliyoruz sonra. Kuruluş aşaması, Demetrios'un çabaları sayesinde. Kendisi Tevrat'ı Yunancaya çevirmek için de uğraşan bir bilgin. Kütüphanenin kuruluşundan sonra iktidar çatışmaları sonucunda çoğu yazma ortadan kaldırılıyor ama asıl mesele Hıristiyan-Müslüman kaynaklı kıyımda beliriyor. Henüz aydınlatılamamış bir meseleymiş bu, sanırım tahrif edilen bir tarih var. Romalılar iyi etmişler kütüphaneyi, sonra suçu Hz. Ömer'in yazdığı söylenen bir mektup üzerinden Müslümanlara atmışlar. Sanırım. Báez kabahati Müslümanlarda bulmuyor, gerekçelerini maddeler halinde sıralıyor ve son zamanlarda ortaya çıkan üç teoriyi kaynaklara dayandırarak anlatıyor. Birinci teoride suç Romalıların. İkincisi deprem kaynaklı. Üçüncüsü de ilgisizlik. İlgisizliğin pek çok boyutu var, kütüphanelerin yönetimini eline geçiren farklı dinlerden, milletlerden vs. insanlar kendilerini ilgilendirmeyen eserlerin yavaş yavaş yok olmasına izin vermişler, sadece yakılarak yok edilmemiş eserler.

Aristoteles'in kayıp kitapları, Çin'deki kıyımlar, II. Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen kitap katliamları, bir dünya konu. Kitapseverlerin hoşuna gidecek. Aslında gitmeyecek. Bir de Can'a yakışmayacak kadar yazım hatası vardı, dikkat dağıtacak ölçüde. İlk kez Can'dan çıkan bir metinde bu kadar hatayla karşılaştım, rahatsız etti.

24 Aralık 2018 Pazartesi

Aleksandros Adamopulos - On İki Artı Bir Yalan

Kısacık yalanların taşıdığı semboller metinleri uzama yayıyor, az önce ikinci kez okudum ve birkaç kez daha okuyabilirim, öyküler genişledikçe genişliyor ve ucunu bulamıyorum, bitmiyor, öncesi ve sonrası kendilikten beliriyor, Max Frisch'in günlüklerindeki ölümün ve yaşamın süreğen birlikteliğini bu öykülerde somutluyorum, çaresiz. Çıkar yol yok; yaşamların kesişimlerini bir soluğa sıkışmış halde buluyorum, bir sonraki sözcük ayrılıkları, bir anlamda ölümleri taşıyor. On ikinci yalan olan Ruh'ta bir çocuk, ruhunu kurcalamaktan başka bir şey bilmiyor, diğer çocuklar ve yetişkinler tarafından seviliyor ama yalnız, uzak duruyorlar ondan. Elde parlak, yeni bir ruh. Diğer yanda bir civciv, ördek yavrusu gibi büyütülünce ölüyor. Ruhu civciv gibi büyütülmüş bir ördek yavrusuna yerleşmiş, yine ölüm. Kelebek, ölüm. Kurbağa, ölüm. Tohum, mermer bir bütünlük. Çocuk tohumu/mermeri buluyor, ruhun serbest kalmasına yol açıyor ve ruh yüzyıllar süren yalnızlığından kurtuluyor, uzaklara uçuyor. Çocuk/sanatçı ölüyor sonunda, ruhu bir civcive gidiyor. Biraz kazıyınca çıkan anlamlar yordu ki daha on iki tane var, hangi birinden ne burukluklar çıkacak diye düşünüyorum, aslında çoktan çıktı ama her okuma bir başka boşluğu gösteriyor, dolmaksız.

Yunan yazarların metinlerini toplamaya devam ediyorum, Belge'den İmge'ye kadar pek çok yayınevinin bastığı onca metinden denk geldiklerimi kaçırmıyorum ama işim zor sanırım, çevirmenleri takip ederek ulaşabildiklerimin yanında ulaşamadıklarım da var bayağı. Zamanla artık. Adamopulos'un bu metnini İmge'nin yıl sonu indirimini duyup aldıktan sonra hatırladım, yıllar önce almıştım zaten. Rekorum dört, dört defa aynı kitabı satın alıp üçünü hediye ettim ve dördüncüyü hâlâ okumadım. Müthiş. Böylece bendekini unutup dört adet daha alabilirim. Neyse, Adamopulos 1953'te Atina'da doğmuş ve kendini tutkularına bırakmış. Öyle görünüyor. Paris'te hukuk sosyolojisi, Atina'da klasik gitar, rejisörlük, hukuk eğitimi, devlet radyosunda programlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki kültürel organizasyonlarda aldığı görevler derken yaşamı tam dolmamış olacak ki yazarlığa da zaman ayırabilmiş. Sözlük'ten öğrendiğim kadarıyla yazdığı bir oyun İstanbul'da sahnelenmiş, hatta 2012'de İstanbul'a gelmiş kendisi. Ne güzel. Çevirmeni Herkül Millas.

Önsözü Daireler, ben, sen, elim. İki daireden biri konuşuyor, diğeri de daire. Hayal edilen, dairelerin üst üste gelmesi. Grafikle gösterilmiş. "Bir olmak" hayal edilmiş ama öyle olmamış, büyüklü küçüklü kesişim kümelerinden biri ortaya çıkmış ve ortadaki kümenin büyüklüğüyle ortadaki küme dışındaki iki ayrı kümenin büyüklükleri arasındaki... o kusursuz ayrılık diyeyim, çizgilerin belirlediği sınırların aşılamaması, bir çizginin diğeri üzerindeki tek kesişimine indirgenen anlam. Yetersizlik, yetinememek. "Ben ne bileyim? Sen de nasıl bilebilirsin?" (s. 11) Sonuçta en baştaki iki ayrı daireye dönüş. Aradaki mesafenin aşılabileceği umudu, bu kez başka daireler arasında. Yorgunluk bayağı. Bu yorgunluğu başka bir yalanda yakaladım, Fasulye'de. "Binlerce kez tekrarlanmış hiçlik; kimde ne var ve nerde bulur ve kim kimle dosttur ve kökeni nedir ve kaç kuşak eskidir şu soy ve yeniden yaşama dönüş içimizde mi, dışımızda mı ve aşk şöyle midir, böyle midir? Hep aynı fars ve hep aynı yalan." (s. 55) Anlatıcının mendiline bırakılan bir fasulye hikâyesini anlatıyor. Bahçeden fasulyeler toplandı, bir çuvala kondu, bakkala götürüldü, bakkal küreği bir kese kağıdını doldurdu ama bu fasulye yere düştü, bir başına kalıp gidenlere baktı. Günlerce ağladı, toprak ıpıslak oldu ve fasulye yeşerdi. Bir kez anlattı bu hikâyeyi, sonra sustu, sesi çıkmadı. Anlatıcı arkadaşlarının peşinden gidecekti, yalnız kalmak istemiyordu. Fasulyeyi mendile bırakan uşak dedi bunu: "'Ama böylesine bir ağlamadan sonra yeşermeye başlayan bir fasulyenin nasıl acı duyduğunu bilir misiniz?'" (s. 57) Eski yiterken duyulan acı çoktan çekilmiştir, olamayacak şeyler sezildiği an bu acı ortaya çıkar ve eski henüz eski değilken kendini dayatır. Yeniye başlarken duyulan acı, bu ağırdır işte. Güzel bir tazelik duygusunun yanında buruk bir şey. Bu öyküyü öğretmenler odasındayken okudum ve gözlerimin dolmasını iyi gizledim bence. Yeşermenin acısı. Üstelik bahar gelmeden.

İlk yalan, Mektup. Adam terk edilmiş, yalnız başına, ölümün özlemini duyuyor. Tam o sırada bir mektup, sevdiği kadından. Birlikte düş kurmalarını engelleyen şey başkalıkları. "Bende eksik olan sende bulunuyor. Sana sürekli acı veren ve beni hiçbir şey duymamamı sağlayan. Sen ölüyorsun, ben bitkisel yaşamdayım. Haykırıyorsun, bende tıs. Işıktan gözlerin kamaşıyor -ben gözlerimi yumuyor ve karanlıkta kalıyorum." (s. 16) Sonra gerçekten sevdiğine dair bir ek, birkaç satır sonra tekrarlanan. Son değil bu, mazruftan çok zarf konuşuyor: Baron Münhausen, gönderen. Bu gerçekten ölüm demek, bir başkasının karıştığı sözcükler soluyor, adam acısıyla bir başına kalıyor. Yazacaktım ama unuttuğumdan yazmadım, şimdi hatırladım; Bağlar'da Vanda, Aldo'dan yıllar boyunca bir açıklama bekler, adamın neden gittiğine dair. Aldo hiçbir şey söylemez, sebeplerinin Vanda'yı öldürebileceğini düşünüp merhametli olmaya çalışır. Bir noktadan sonra gerçekten her şeyin anlatılmasına gerek yok, gizlenen şeyler gizlendikleriyle kalmalı, hatta açık açık söylenenler söylenmemeli. Geriye hiçbir şey kalmamalı, gedik eldekilerle kapatılmalı. En temiz kesik, bu.

Her bir yalanın tam kurulamamış, dürüstlüğe yaslanamamış bir hikâyesi var, alegorik anlatılar kullanılmış olsa da hepsinin gösterdiği nokta benzer bir yer. Söylemiyoruz ve söylüyoruz, çarpıtıyoruz ve olduğu gibi bırakıyoruz, doyuyoruz ve doymuyoruz, sürüyoruz ve süremiyoruz, bir şekilde birilerine dokunup devam ediyoruz. Dokunur gibi yapanların, dokunmaktan korkanların öyküleri bunlar, haliyle umutla dokunanların da.


23 Aralık 2018 Pazar

Onat Kutlar - İshak

İshak. Ortalıkta görünmediği zamanların öncesinde bulup almıştım, üniversiteye hazırlanırken dershaneden çıkıp Kadıköy'ün sahaflarını dolandığım sıralarda olabilir. 2005 veya 2006. Sonradan iyice nadirleşti, bulunmaz oldu. Okuyan eden arkadaşlarla konuşurken, "İshak'ı okudun mu?" diye sorarlardı, her sorduklarında kitabı elime alıp yerine bırakırdım. Bir daha sorulurdu, yine aynı. Baran sordu en son, okumadığımı söyledim. "Okumalısın abi," dedi. "Tamam," dedim, okumadım. Bir kere 2017'nin başlarında teşebbüs etmişim ama yine olmamış, bırakmışım yerine. En son dün işte, ilk teşebbüs sırasında attığım tarihin altına yeni tarihi yazdım ve tamam, oldu, söylendiği kadar, hatta fazlası varmış. İshak'ın ve benim on küsur yıllık bekleyişimiz bitti. Keşke daha önce bitseydi demiyorum, zamanı gelmemiş henüz. Dün geldi.

Kül Kuşları, bence, Kutlar'ın öykü dünyasının temel izleklerini taşıyan, bu açıdan en yüklü öykü. Kendi kendine konuşan bir çocuğun halası kocaman bir anahtarı sokak kapısının kilidine yerleştiriyor, dünyayı ses dolduruyor, çocuk şahit olduğu hemen her olayın kaydını tutmak istermiş gibi sözcükleriyle biçimliyor olanları. Hala geldi, kapıyı açıyor, içeri girdi, sokaktan geliyor. Yalnızlık, bir başına çocuk, avluda. Sonra ne oluyor? "Tam o anda gürültülü bir sığırcık sürüsü doldurdu avluyu. Yüksek duvarların tepelerine; kararmış, ahşap evin geniş, çöküntüler dolu çatısına; duvarın taşları arasından fışkırmış bodur incir ağaçlarının çekirgelerden artakalan kuru dallarına kondular." (s. 67) Sığırcıklarla birlikte olaylar, nesneler, hayvanlar, ağaçlar dolduruyor uzamı, yalnızlık gürültülerle sona eriyor, kaydı tutulamayacak kadar çok sayıda olay gerçekleşiyor ve çocuk biçimlemeyi sürdürmüyor. Kapanan bir daire. İmgelerin ucu açık kalmıyor, sığırcıklara öykünün ilerleyen bölümlerinde tekrar rastlıyoruz, varlıklarını "dolduruyorlar" diyeyim, havada kalan bir izlenim, bir detay, bir dağınıklık yok, her şey toparlanıyor ve imli dünyayı bir arada, sımsıkı tutuyor bu durum. Müthiş bir yoğunluktan bahsediyorum, yer yer zıtlıklarla genişletilen ve tekrar toparlanan -bu kez daha büyük ama daha sıkı bir toplanma- bir... peklik. "Sığırcıklar korkuyla uçup gittiler. Vakitsiz uykularda sık sık görülen o derin gölde, ölü bir balık dağılarak suyu yeniden doldurdu. Yani sessizlik." (s. 71) Sessizlik, gürültü, tekrar sessizlik. Sessizliğin ölü balıklığı ve diğer benzetmeler anlatılanlara ne kadar bağlı, sanırım bir öyküyü öykü yapan hassas bir nokta bu. Dil-biçim ikilisi öykünün karakterlerini, mekanını, meselelerini açar durumda mı, kendi aralarında bir tansiyon mevcut mu, bunlara verilecek cevaplar olumluysa kurmaca dünya kusursuzlaşıyor. Kutlar'ın, yine bence, kusursuz bir dünyası var. Şeylerin imgelerce itilip çekildiği düzlemde karakterlerin ve olayların da rahatlıkla var olabildiklerini düşünüyorum ama çok ince, çok hassas bir denge bu, biri azıcık tavsasa ekşir o öykü, niteliği solar, iyi deneme olduğunu düşünüp geçeriz. Burada "başarılmış", sonucu muazzam güzellikte bir çaba var. Öyküleri okurken heyecanlandım ve çok güzel bir şeyin karşısında dururken hissedilen dehşet dolu duyguya kapıldım. Kutlar bu öyküleri yirmi üç yaşında bastırmış, Gaziantep'ten büyük şehre gelen ve yatılı okuyan bir çocuğun benzersiz dünyası her öykünün çatısını oluşturuyor.

Hadi'ye bakıyorum. Bir kedi ve bir kız çocuğu -ya da orada olmayan bir kız çocuğu da denebilir, oradalığı meçhul, iki göz halinde varlığını sürdürüyor olabilir ama giysilerinden ve karmakarışık saçlarından da haberdar oluyoruz bir süre sonra, eve gelen annesiyle annesinin sevgilisi görmüyor kendisini, şahitliği kendisini görünmez kılıyor belki, bilemiyorum- odada güneşin pencere oyununu izliyorlar. Pencere odayı izliyor belki. Ya her şeyi geçtim, bu öyküdeki pencerenin karakterleşmesi öylesine doğal ki sihrin doğallığından şüphe duyamıyorum. Pencerenin dışında orman ağır gürültülerle yaklaşıyor, bir. Pencere bir bulutun önünden ağır ağır geçiyor, iki. Gün pencereye doğru alçalıyor, duvara kavuniçi bir pencere çiziyor ve duvardaki pencere ağır ağır yürüyor, rengini koyultarak. İlk iki sayfayı megafonla falan duyurmak istiyorum okurlara ve yazarlara, müthiş bir iş. Kediye geliyorum, kedinin kediliği de pencerenin penceremsi imgelemi kadar. "Hadi!" sesini duyar duymaz başladığı, aynanın önünde sonlanan koşu oyunu bir hayvanın dürtüsünü sözcükler halinde döküyor. Tekrarlar, tekrarlardaki farklar adım adım asıl olaya getiriyor bizi. Kadınla adam odaya geliyorlar, kadın tedirginliği yüzünden adamın tepesini attırıyor, kanepenin altındaki, "Hadi!" diyerek bu kez iki insanı oynatıyor adeta, kedi de merakla izliyor olanları. İki göz kim? Çocuktan çok daha fazla bir şey olması lazım. Neyse.

Her bir öykü muazzam, ikisi dışında fazlasını almayacağım, onun yerine Önsöz'e geliyorum, 1977'deki ikinci baskıda Kutlar'ın söyledikleri. İlk baskıdan on yedi yıl sonra. "İshak'ı yirmi yaşlarındayken yazdım. Büyük kente yeni gelmiş bir taşralıydım o sırada. Bere'den ve kaşe kumaşlardan hoşlanır, Faulkner'ı Fransızcadan, Hafız'ı Farsçadan sökmeye çalışır, Goldberg çeşitlemelerini severdim." (s. 7) Yurtta ve Fatih'te bir kahvede yazılan öykülerin temelleri Antep'te atılmış, uzamın temeli Kutlar'ın doğup büyüdüğü yer. Bir başka Antepli olan Ülkü Tamer ısrar etmeseymiş bu öyküler tekrar basılmayacakmış, sanatçıların birbirlerini fişteklemeleri süper bir şey. Başka, yazı serüveni. Yoksul Anadolu, karanlık dünya, insanların kalınlığı, sancı verecek pek çok şeyi öykülerine kıstırmış Kutlar, kıstırdığı ölçüde de yazmış. Kimin için yazdığını bilmeden, neden yazdığını iyi bilerek.

Muazzam öyküler, tez okuna.

22 Aralık 2018 Cumartesi

Domenico Starnone - Bağlar

Aldo'nun geçmişiyle ilgili bir şeyler biliyoruz, Vanda'nın geçmişiyle ilgili pek bir şey bilmiyoruz ve Anna'yla Sandro'nun neler yaşadıklarını son bölüme kadar anlayamıyoruz. İlk bölümde Vanda'nın Aldo'ya yazdığı mektuplardan hikâye çıkıyor: Aldo gitmiş, ailesini terk etmiş, Lidia'ya duyduğu sevgi her şeyi arkada bırakmasına neden olmuş. Otuz beşinci yaşta büyük değişim. Lidia o sırada on dokuz yaşında, gelecek vadeden bir öğrenci ve güzel, çok güzel. Enerjisi ve güzelliği Aldo'nun aklını başından alıyor, birlikte yaşamaya başlıyorlar ama dört yılın sonunda Aldo terk edileceğini düşünmeye başlar başlamaz -annesiyle babasının kavgaları, Vanda'nın kendisine aşık olduğunu anlamasıyla Vanda'ya aşık olması müthiş bir kendine güvensizlik, kaygı, huzursuzluk bulamacı oluşturuyor, okuması pek zor olmayan bir adam Aldo- hayatı Lidia için daha zor bir hale getiriyor, tedirginliği mutluluklarını baltalıyor ve Lidia evleri ayırıyor, yaşamına müdahale edilmemesi gerektiğini söylüyor, sonuçta ailesine dönüyor Aldo ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık.

Bir aile anlatısı, üç bölüm. İlk bölümde mektuplar. İkinci bölüm ilk bölümün neredeyse kırk yıl sonrasını anlatıyor, üçüncü bölüm ikincinin zamanında geçiyor ama çocukların geçmişlerini deşmeleri zamanda geriye gitmelerine yol açıyor. Anlatıcılar da değişiyor; ilk bölümde annenin, ikincide babanın, üçüncüde çocukların sesleri var, farklı bakış açılarından bir tarihe göz atıyoruz. Vanda'nın mektuplarıyla başlıyorum, bir kadının öylece bırakılmasının yol açtığı yıkımın etkileriyle dolu. Öfkeden kapkara. İki sebepten; Aldo'nun gidişinin yol açtığı öfkeyle birlikte adamın hiçbir şey anlatmamasından yola çıkarak bir şey anlatılmayacak kadar değersiz olduğunun farkına varıyor Vanda, yok sayılıyor, görmezden geliniyor hatta. Adamın savunuları tipik; aile kurumunun anlamsızlığı, özgürlük kaygısı, modern dünyanın herhangi bir bağa meydan bırakmaması, monogaminin insan doğasına uygun olmayan bir mevzu olması, bir sürü şey. Vanda belki de bu söylenenlerin üzerine aşkla evlendiğini söylüyor, insanın "kendine ait" doğasının bir parçası bu. Derin mevzu ama şöyle, birini sevmiyorken monogami saçma, seviyorken üzerinde düşünmeye gerek duyulmuyor. Mutluluk kapasitesini belirleyen bir hormon mu ne varmış, bir olaydan 10 birim mutlu olabilen birinin yanında kapasitesi 20'lik biri 20 birim kadar mutlu olabiliyormuş. Sanırım sevgide de böyle bir şey var, herkes sevginin ve aşkın geçiciliğinden bahsederken tersini iddia etmek komik duruma düşmeye yol açabiliyor. Sevginin sürekliliğinin düşüncede olabilirliğinin bile ütopik bir hale gelmesi korkunç bir yalnızlığa yol açıyor, insanların gerçekten sevip sevmediklerinden, duygusal olarak sakatlanıp sakatlanmadıklarından emin olunamaz bir hale gelinebiliyor, Vanda'nın yaşadığı biraz andırıyor bunu. Neyse, 1962'de evlenmişler, Sandro 1965'te, Anna 1969'da doğmuş, sonra Vanda'ya göre biri Aldo'yu öpmüş, Aldo öpemezmiş, çünkü şu: "Sen girişimde bulunabilecek biri değilsin, biliyorum, seni ya bir şeyin içine çekerler ya da olduğun yerde kalırsın." (s. 12) Aldo küçükken ailesinde çıkan kavgalar yüzünden karar verme yetisini yitirmiş, karar verebildiği zaman da bir patlamayla birlikte gelirmiş bu karar, "anlamsız bir makinenin her zaman aynı hareketleri yinelemeye mahkum çarkları" arasından kurtulması da böyle bir sürecin ürünü. Vanda'ya gelelim, yüzeysel olmayan insanların sevgiyi sürekli diri tutabileceklerini düşündüğü için, Aldo'yu derinlikli bir insan olarak gördüğü için -kendi idealinin yansıması, Aldoluk bir durum yok ki Aldo'nun delik deşik psikolojisi buna pek de imkan vermiyor- için ilişkilerini sürdürebileceklerini düşünmüş.

Mektuplar dört yıla yayılıyor, bir kadının adım adım kayışı kopardığını görüyoruz. Vanda'nın işi yok, çocuklara bakamıyor, Aldo da pek sallamıyor açıkçası. Bir yerde şöyle diyor Vanda: "Senin gözünde biz kendi gençliğini nasıl da yaktığının kanıtıyız." (s. 18) Devam ediyor: "Her zaman böyle devam edeceksin, asla istediğin adam olmayacaksın, önüne ne gelirse o olacaksın." (s. 24) Suçlamalar ve güncellemeler sürüyor. Vanda işe giriyor, çocuklara iyi kötü bakabilmeye başlıyor ve intihara kalkışıyor, Aldo'nun kendi annesinin intihar girişimini anımsatıyor, çaresizlikten.

İkinci bölüm, kırk yıl sonrası. Tatile gidilmiş, eve dönülüyor. Çocuklar büyümüş, Anna sürekli sevgili değiştiriyor ve Sandro'nun dört farklı kadından dört çocuğu var, zıt kutuplarda aynı şeyi arıyorlar gibi gözüküyor. Neyse, Aldo'nun anlatıcılığında mevzunun başka bir açıdan aydınlanmasını izliyoruz. Aralarındaki uyumsuzluk rahatsız edici düzeyde; kişiliklerine dair küçük detaylarla bir ailenin yok oluşunun -bir arada olmaları pek de bir şey ifade etmiyor- izini sürebiliyoruz. Bir meseleyi alayım; Vanda çok tutumlu, cimrilik derecesinde tutumlu ve Aldo'nun insanlar tarafından kandırılıp para kaybetmesinden çok rahatsız. Bir kadın, bir de adam kandırıyor Aldo'yu ve bu kandırma vakaları adamın hayatındaki bütün yenilgilerle birleşiyor, her şey huzursuzluğu besliyor. Korkunç bir yaşam bu. Eve döndüklerinde her şeyi darmadağın bulmaları, evi toparlamaya çalışırken Aldo'nun ilk bölümü oluşturan mektupları bulması ve Lidia'nın onca yıl sakladığı fotoğraflarıyla karşılaşması geçmişe dönmesine yol açıyor, olayları bir de Aldo'nun perspektifinden görüyoruz. Tek bir şeyi alacağım buraya, başka bir şeye dokunmayacağım: "Babamın otoritesini üzerimden attığımı ve nihayet kendi hayatıma başladığımı hissetmiştim." (s. 63) Vanda'yla neden evlendiğini sorgularken bu sonuca ulaşıyor. Belki de bir insanın yapabileceği en yanlış bağdaştırmalardan biri. Evlilik önce bir kişiden, sonrasında iki kişiden oluşur ve başka insanları olmamaları gereken yerlere taşıdığınız zaman da biter, klasik son. Bitmesi gerekir ama bitirememiş bunlar, Aldo eve geri döndüğü zaman asıl felaket başlıyor. Çocuklar üzerindeki etkisine bakarak pek de sağlıklı bir şey yapmadıklarını söyleyebiliriz.

Üçüncü bölüm, çocuklar. Evin altı üstüne geldikten sonra polise gidiliyor, soruşturma falan derken bir sonuca ulaşılamıyor ama biz biliyoruz; evdeki kediyi beslemek için buluşan çocuklar geçmişleri üzerinden birbirlerine, ailelerine ve kendilerine dair nefretlerini kusarken ailelerin çocuklar için mezara dönüşmelerinin etkisinden kurtulamadıklarını görüyoruz. Çocuklar da bir şey yapmalılar, annelerle babalar yaptıkları şeylerin karşılığının olacağını bilmeliler. Evi dağıtıyor çocuklar, intikamlarını alıyorlar, kırklı yaşların sonunda.

Aile bir kıyım, hayatta kalan çocuklar ruhen sakat, annelerle babalar zaten delirmişler. Bazen ciddi ciddi umutsuzluğa düşüyorum, hikâyesini kuramayan insanlardan ne umulabilir? Hiç. Cevapları bulunamayan sorularla dolu insanlar, umutsuzca çabalıyorlar ve yıkıyorlar. Bülent Ortaçgil'den çarpıyorum: Yudum yudum biriktiriyoruz, biri(leri) çarpıp döküyor, artık dolmuyor ve bu çok acıtıyor. Canı yanan dört insan, dolduramayan tüm insanlar, bu roman sizin. Bizim.

Bir albüm var, birkaç aydır dinliyorum, inanılmaz güzel. Bugün albümdeki iki şarkıya taktım, sözlerini falan ezberledim. Öldürdü bu iki şarkı.


18 Aralık 2018 Salı

Georges Perec - Her Durumda Yapmam Gereken Şeylerden Bazıları

1 - Gezi teknesiyle Seine nehrinde bir dolaşmak, Özgürlük Heykeli'nin küçültülmüş replikasını dolanmak, küçükle büyükten hangisinin daha önce yapıldığını bulmak, kürek çekmek, kirli suyun parıltılarını yakalamak, Özgürlük Heykeli'ni dolanmak, kürek çekmek, suyun çizgilerini takip etmek, çizgilerin dalgalara dönüşmesini, sonra tekrar çizgiye dönüşmesini. Çizginin. Kendine. Suyun aynada kendine bir çeki düzen vermesi. Sadece bir dolaşmak, oyunsuz.

2- Neden atmaya kıyamadığımı bilmediğim bir dolu şeyi atma kararı almak. İçin bir şeyleri atmamak, atılmayan şeyleri listeleyip bazı karakterlerin eşyaları haline getirmek, listelerle evleri, katları, binaları, sokakları, kenti döşemek. Bilişsel bir harita oluşturmanın yaşamın herhangi bir noktasında yarattığı eminlik, süreğen. Haritanın sınırlarının dışına çıkamayınca, söz gelişi, ölçeğin hemen altında bulunan sınır bölgesinin dışındaki bir alanın taşıdığı ağaçlar kadar ağır eşyalar arasında bir anlığına kurtuluş, haritayı ve ağaçları ve sınırları ve listeleri yok edince gelen havada süzülme duygusu, belki yapraksayış? Bir harfi çöpe atınca gör ki başa neler gelir, değil onca eşyayı metan gazlarının arasına yollamak. O dairedeki onca eşyanın bir anlığına ortadan kalkma anısı, zamanı odanın ışıksız penceresine çevirdi. Dolap pencerenin önüne çekiliydi, artık yok ama hâlâ orada, orada olduğunu ışık biliyor ve sızmıyor, pencerenin dışında bekliyor ki dolap oradan alınsın, atılsın. Oysa dolap artık orada değil. Göz de atıl durumda, bunları görmediği için kendi de işe yaramazların arasında.

3 - Türlü çeşitli beyaz eşya edinmek, prizlerinden deniz mahsullü kokteyl mamul. Mutfak robotu kalkan, blender lüfer. Hayat ne kadar da kolaylaştı. Hayat çok kolaylaştı. Şimdi kurutucu alıyor insanlar, giysiler kuruyor. Kurutucu olmadan kurutma çok saçma. Yeni bir şeyler çıkıyor, onları satın almadan hayat daha saçma. "Neden Utku, neden şu muhteşem ürünü de almıyoruz? Satılan bir şeyi satın almamak etik bir şey mi sence?" "Patetik. Çok yoruldum, susar mısın? Param yok, çünkü başka bir yer(d)e harcıyorum parayı. Biraz daha lüfer?"

4 - Tüttürmekten vazgeçmek (Mecbur kalmadan önce...), skunk değil, weed değil, düz tütün değil, vazgeçilecek şeyin tanımı ortada yok, mecburiyetin hangi koşulda ortaya çıkacağını kestirebiliriz ciğerden ötürü. Bir parçayı dumanla birlikte üfleriz, ciğer azalır. Kalmamıştır. Duman bedenin tamamında gezinir, kafadan ayağa sıcak ve soğuk duman akımları oluşur, kalp civarında ısınan duman aşağı inip soğur ve yükselir, kalp civarında ısınan duman yukarı çıkıp soğur ve alçalır. Mesela temmuzda anneannemi gömdüm ve şimdi üşüyor. Üşümüyor çünkü artık orada değil. Anneannem artık her yerde ve duman bir süredir devridaimi kesmiş durumda bende, içim tekrar doldu, organlarım müthiş bir şekilde çalışıyor, kalbimin hizasında gülibrişim. Hele geceleri. Bir yandan dehşete düşüyorum, insanın bir sınırı yok mudur? Aynı şarkı aynı anda bazen farklı duvarları, çoğunlukla aynı duvarları uğluyor, aynı anda başlatamıyoruz ama çok yaklaştık bir kezinde; saliselik gecikmeyi şarkıyı birlikte söyleyerek düzelttik. Trenle birkaç duraklık mesafe var, böyle sıkıntılar hemen aşılıyor ama henüz değil, banliyö hattı açılınca. Mecbur kalmadan. Çekimin farklı yolları var.

5 - Giyim kuşam tarzını hepten değiştirmek, bir zaman bir kıyafet, bir yer bir kıyafet, bir insan bir kıyafet, bir mekan bir kıyafet, bir istihkam bir kıyafet, bir kıyamet bir kıyafet. Dolap artık orada değil, pencerenin önünden çekilince kıyafetleri de alıp gitti, yeni kıyafet de alınmadı, eskiler üstte iki paralandı, biçimleri değişti, bedenleri küçüldü. Yarıdan kesip üzerime geçirdim, oturdu. Bunun yanında pırıl pırılım, dayanamayıp kıyafetlere bir dünya para verdim.

Perec'in yapmak istediklerini yapamadım, o yapmışsa tamam bu iş. Bateri çalmayı öğrenmiş midir? Bilimkurgu romanı yazıp bir sandığın dibinde unutmuş mudur? Kutbun ötesine geçmiş midir? Düşündüğüne göre bunların hepsini yaptı(m) sayıyorum. Bir kezinde uzaya gitmiştim mesela. Çok uzak.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Marcel Proust - Albertine Kayıp

Dört bölüm, ilk bölümde Albertine'in bavullarını toplayıp gitmesiyle geride bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışan anlatıcının geçmiş-gelecek-aşk üçgeninde kendini kurasıya çektiği acıyı görüyoruz. Albertine'i türlü oyunla elinde tutmaya çalışan, hatta kadına tam anlamıyla sahip olmaya çalışan bir adamın diğer metinlerindeki sarmal anlatısı bu kez Albertine'in, sancıyla dolu bir şekilde sevilen bir kadının yaşamı nasıl biçimlendirdiğini gösteriyor. Uyanışlar, uykular, rüyalar, nesneler, sokaklar, insanlar, her şey Albertine'in yokluğunda tekrar bir araya geliyor ve bu kez bambaşka yüzlerle ortaya çıkıyorlar; her bir buhran yaşamın parçalarını tekrar yorumluyor ve farklı şekillerde birleşmelerini sağlıyor. Denebilir ki anlatıcının incelediği nesnenin -eşya, insan, her neyse- değişiminde o âna kadar anlattığı ne varsa değişen bakış açısıyla bambaşka bir biçimde belirir, zamanın akışında hiçbir şey aynı kalmaz, dostluklar bile ortadan kaybolur ki anlatıcının çok önem verdiği bir meseledir bu. Saint-Loup'un Rachel'den ayrıldıktan sonra -belki de önce, hatırlamıyorum ve uyduruyor olabilirim- erkeklere ilgi duymaya başlaması ve anlatıcıdan giderek uzaklaşması anlatıcının kalbini kırıyor, oysa Albertine'in gidişinden sonra Saint-Loup bir elçi olarak seçilmiş, Albertine'in yaşadığı muhitin civarına sefer yapmak üzere görevlendirilmişti. Anlatıcının has arkadaşıydı, Albertine'e yakalandığı zaman anlatıcı tarafından paylansa bile. İnsanlar gelip geçiyor, anlatıcı bunun farkında ve insanları kaybolmalarından önce bir noktaya sabitlemeye çalışıyor, her biri için yeri var, parlak hafızasının sivri köşelerini ayrıntılara indikçe perdahlayıp yer açıyor, alan yaratıyor.

Bir daha böyle bir şey okuyamayacağım sanırım, sona yaklaştıkça daha ağır okumak istiyorum ama olmuyor, her seferinde üç sayfa daha, beş sayfa daha okurken buluyorum kendimi. Proust'a yakın, eh, Knausgaard var ama, yok, onda bu tadın yoğunluğu yok. Knausgaard'la bir kıyaslamaya girişirsem Proust sırf zamanın algılanışını irdelediği bölümlerle bile üstünlük sağlıyor, haksız bir rekabet olur. Yola çıkışlarındaki niyetin farklılığı da çok bariz; ikisinde de yetkin bir eser ortaya koyabilmenin çabası görülebiliyor ama Knausgaard öncesinde birkaç metnini yayımlatabilmiş zaten, başka kaygıları var, örneğin babasıyla olan meselesini en ince ayrıntısına kadar, babasının ölümünden sonrasını da ele alarak anlatıyor, baba probleminin yanında ailenin diğer üyeleriyle girdiği etkileşimleri de uzun uzun anlatıyor, daha "anlatımcı" bir şekilde. Proust'a bakarsak iç içe geçmiş meseleleri makul, kesin bir şekilde ayırabilmek zor. Hikâyenin en civcivli anında suya sıkılmış portakalı insanlarla olan ilişkilerinin tadına benzetmekten işi bambaşka bir yere götürebiliyor, uyandığı odanın duvarlarına yansıyan gölgelerden geçmişini anımsayıp geleceğine dair çıkarımlarda bulunabiliyor ki "geleceğe taşan bir geçmiş" tabiri yaşama dair, dolayısıyla zamana dair algılama biçimlerinden sadece biri. Proust yaşamını sayısız ögeyle "icat ediyor" diyorum, bunu da Sedat Demir'in önerisiyle okumaya başladığım Bizi "Biz" Yapan Hikâyeler'den çarparak söylüyorum. Hikâyelerin bireyi oluşturma aşamalarından bahsediliyor metinde, Proust'un ne yapmaya çalıştığını anlayabilmek konusunda çokça yardımı dokundu. Daha doğrusu bir hikâyenin Proust'un anlattığı gibi anlatılmasının arkasındaki itkileri daha iyi görebildim. Sanırım. Sonuçta bilginin açtığı bakış açıları bir yana, Proust'un bulduğu şeyleri bir araya getirme şeklinden büyülendim. Bitecek diye üzülüyorum, sanırım son cildi bir süre okumayacağım. Belki on beş günlük tatile kadar. Hatta tam doğum günümde, 24 Ocak'ta bitirsem manası çok derin olur. Saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.

Ne oluyor, Albertine gidiyor başta. Anlatıcı bu gidişin ardından yaşamını değiştirip değiştiremeyeceğine dair uzunca bir sorgulamaya girişiyor; Albertine'i geri getirebileceğini düşünüyor, kendi düşüncesindeki gelecekte bu ihtimal var ama geleceği belirleyen onca etkenin varlığı yaşamı istediği gibi biçimlendirememesinden korkmasına yol açıyor. Tipik bir determinizm incelemesi yok; mektuplar, anılar, insanlar işin içine giriyor ve seyir değiştirilmeye çalışılıyor. Yorucu bir çaba. "Zaten bu yeni yürek daralmasının çağrısıyla, çocukluğumdan beri yaşadığım bütün kaygılar hemen koşup gelmiş, onu pekiştirmiş, onunla bütünleşip beni boğan bir kütle oluşturmuştu." (s. 2506) Saint-Loup'nun yakalanmasından bahsetmiştim, Françoise'ın mutluluğu anlatıcının canını yakıyor ama bu vefalı uşak, yanında çalıştığı ailenin çıkarlarını düşündüğü için anlatıcı pek de kızamıyor ona. İş öyle bir boyutta ki anlatıcı büyükannesinden kalan mirasın beşte dördünü Albertine için harcadığını Françoise olmasa fark etmeyecek, gözü hiçbir şey görmez durumda. Serinin belki de en içe dönük cildi bu; anlatıcının dünyasını müthiş bir berraklıkla izleyebiliyoruz. Daha çok değişimler üzerine kafa patlatıyor, birkaç parçayı buraya alayım. Sevilen bir kadının kıskançlık duygusuyla kazandığı niteliklerin gerçekliğinden emin olup olmama konusunda hayal gücüyle kendisine anlatılanlar arasında kalıyor anlatıcı; örneğin Albertine'in yakın bir arkadaşının bir nevi itirafnamesi sayılabilecek bir konuşmada şüphelendiği pek çok şeyin doğru olduğunu görüyor anlatıcı, önceki ciltte gördüğümüz bazı olayların iç yüzünü öğreniyor ve geçmişi baştan kurmak zorunda kalıyor, bu sefer yeni bilgilerin ışığında bambaşka bir geçmiş, bambaşka bir Albertine ve bambaşka bir kendilik doğuyor. Bütün hikâyenin baştan düzenlenmesi demek bu; birlikte gidilen yerlerin uyandırdığı duygular, Albertine'in davranışları, yakınlaştığı insanların tavırları yeni bir gözle değerlendirilince yaşanılan hayatların aslında pek de göründüğü, hissedildiği gibi yaşanmadığı fark ediliyor. Bu bir yana, koşulların yol açtığı yeniden kurma aşamasında farklı detayların varlığını ilk kez görüyoruz; örneğin anlatıcının metreslerinden haberdar değildim, belki de kaçırmıştım, bilmiyorum ama adamın metresleri var. Kesin bilgi. Gilberte'ten vazgeçtiği gibi Albertine'den vazgeçemeyeceğini de görüyoruz. Başka ne görüyoruz, acının bir hikâyeyi biçimlemede en etkili öge olduğu malum. Acı bizi olabilme ihtimalimizin olduğu birine dönüştürür. Bu dönüşmeyi kendi imgelemimde rüzgarın uğultusuna benzetiyorum. Aslında havanın durağanlığında sesin yayılması için gerekli fiziki ortam vardır haliyle ama akım oluşmadığı müddetçe ses de oluşmaz. Ses oluştuğunda o havayı bir daha aynı biçimde bulamayız, rüzgar bir sürü şeyi peşinde getirir. Rüzgar her estiğinde bir başkası olduğumu düşünürüm. Yüküm başkaları olan benler tarafından paylaşılır, ağırlığı onların arasında dağıtırım. Müthiş bir hafifleme. Sahile bu yüzden de gidiyorum, denizin hareketiyle birlikte havanın hareketi de yolları açılabilecek başka benleri imler. Sanırım kim olduğumu bilmek istemediğim, kimliğimin ayrımına varmaktan kurtulmak istediğim zamanlarda yapıyorum bunu. Proust'a bakıyorum, acısını aynı amaç için kullanıyor, her ne kadar bunun doğal bir süreç olduğunu söylese de zamanın bölümlenmesini ve kişiliklerinin oluşumunu çatı olarak kullandığı düşüncelerinin altında gerçekleştiriyor. Bir nevi kendini laboratuvar ortamına sokuyor Proust, öyle bir inceleme yoğunluğu var ki Albertine'in öldüğünü anlatan mektubu aldığında yıkılacağını, belki intihara sürükleneceğini düşünüyoruz ama böyle bir şey olmuyor, bu kez ölümün acısını incelemeye başlıyor. Kendine yabancılaşmanın, depersonalizasyon denen nanenin âlâsı var burada.

Diğer bölümlerde Albertine'siz gitmeyeceğini düşündüğü Venedik'e gidiyor anlatıcı, annesiyle birlikte. Kanalların arasında dolanırken küllenmeye başlayan acısını, Albertine'i unutma sürecini ve başka kadınlara duymaya başlayacağı ilgiyi düşünüyor. Sosyeteye dair çok az şey var, kendine dönüşün sonucu olarak parıltılı dünyayı pek anlatmıyor adam, son bölümlerde Saint-Loup'un Gilberte'le evleneceğini duymasıyla başlayan soyluluk hiyerarşisinin sorgulanması bölümünde yine gıybete doyarız, aristokrasinin ikiyüzlülüğünü ve ahlaksızlığını görürüz. Önceki ciltlerde, anlatıcı gençken bu dünyaya duyduğu hayranlıktan başka pek bir şey hissetmezdik, o dünyaya ait olduğunu detayları anımsamasındaki kusursuzluktan çıkarabilirdik ama burada hayranlık parıldamıyor artık, bayağılığın ayyuka çıktığı zamanlarda soylular zayıflıklarıyla ele alınıyor. Gilberte ortaya çıkıyor bir de; anlatıcının karşılaştığı ve çok hoşlandığı kızlardan biri Gilberte, yıllardan sonra tekrar piyasaya çıkıyor ve anlatıcıyla konuştukları zaman bir de ikisinin tarihinin biçimlendirilmesiyle karşı karşıya kalıyoruz. En şaşırtıcı kısım bu değil, Albertine'den gelen mektup şok etkisi yaratıyor. Ölmemiş, geri dönmek istiyormuş ama anlatıcının içindeki aşk çoktan ölmüş olduğu için adam kadını istemiyor artık. Yine herhangi bir şaşkınlık, duygusal bir patlama yok. Adam gayet soğukkanlılıkla anlatıyor hissettiklerini.

Serinin -şahsımca- en keyifli, psikolojik tahlilleri en ağırlıklı cildi buydu. Bir süre ara veriyorum, başka şeyler okuyorum ve Proust'u hayranlıkla anıyorum.

13 Aralık 2018 Perşembe

Thomas Bernhard - Hakikatin İzinde


Ödüllerim'de bir kısmı detaylı bir şekilde ele alınmış, şurada da yine bir kısmı izlenebilecek şeyler. Kronolojik. Rimbaud'nun 100. yaş günü anısına yaptığı konuşmadan parçalar: Şairin konuşulacağı yerde kültür bakanlığı gelişli beyefendi, şiirleri düzenleyen beyefendi, diğer beyefendiler anılmayı hak ediyor, hak ettikleri düşünülüyor, şairin kemikleri sızlıyor. "Edebiyatta asıl mesele asli olandır, temel olandır, Jean Arthur Rimbaud gibilerdir." (s. 10) Rimbaud'nun yaşamı biraz, sonra iffetliliği ve hayvansılığı, Shakespeare'in çocuk ruhlu hali olması, "ebedi baba" için yalvarması ve bunun onu hep ayakta tutması, var olduğunu kanıtlaması. Josef Weinheber'in eserleri hakkında söyledikleri: Avusturyalılık ve Almanlık bu yazarda zirveye ulaşıyor, Bernhard'ın beğendiği yazarlardan biri olan Weinheber'in Türkçeye çevrilmiş bir eseri yok, belki çevrilir diye bekleyeceğiz. Ressamlar, heykeltıraşlar, Giacometti ve birkaç kişi daha. Salzburg Bir Oyun Bekliyor: Doğru düzgün bir oyun bekliyor Bernhard, acemiliğin tahtaları kemirmediği bir oyun, iki yıldır ortalarda olmayan bir oyun. Operetlerden başka şeyler de olmalı, en azından bir tiyatro literatürü sözlüğü. Başka tiyatrolar avangart oyunları sahnelerken Salzburg'un pek bir şey sergilediği yok. Bernhard'ın ilk yergilerinden. 1955. Genç yazarlar için söyledikleri: Neye cüret edip etmeyeceğimize ve bunun sonuçlarına dair. Bir günlük ekmek, şöhret susuzluğu, yeryüzü düşkünlüğü, neye ihtiyaç duyuyorsak aynı şiddetle yazmalıyız ve özellikle bunun için yazmalıyız. "Karakterinizi satmışsınız, fakirliğe karşı dizginlenemez bir korkunuz var, düşüncelerinizden korkuyorsunuz, kötücüllüğünüzden korkuyorsunuz, hakikatten, kendi aşağılığınızdan, kendi büyüklüğünüzden korkuyorsunuz." (s. 26) Tam burayı okumadan bir süre önce kara bir bulut gibi çöktü düşünceme, kimi niye koruyoruz, neyden? Yeterince cüret özgürleşmeyi getiriyor, sımsıkı bağlandıktan sonra bağlar tamamen kopuyor, bu yüzden yazdığımız metinlerde pek bir şeyden sakınmamalıyız. Sakınmıyorum, sakınmadım en azından. İkinci dosyada. Neyse, Trakl için söyledikleri: Büyük bir şair değil, Lorca'dan daha aşağıda, modern şiire katkıda bulunması haricinde bir olayı yok. Trakl tahrip edici bir etkiye sahip, Bernhard onu tanımasaydı daha ileride bir yerde olacağını söylüyor. 1965'teki bir konuşmadan: Gerçeklik hakikat gibi masal değildir, hakikat masal olmamıştır ama öyle olduğunu düşünen hemen herkesin arasında bir nevi yaşamak zorundadır insan, yaşamaz da, sadece var oluşunu sürdürür. Hayatta kalmak mümkün değil, masal bir hayat yanılsaması yaratıyor ve akışına kapılanları geleceğe sürükleyip duruyor. "İleri nereye?" Soruyor Bernhard. 1966, Avusturya kültürü hakkındaki bir soruya cevap: Dehasız bir neslin taşıdığı vasatlık sürüyor, sürmeye devam edecek. Etiket taşıyanlar etiketlerinin içeriğini bilmiyor; komünist komünizmi, sosyalist sosyalizmi bilmiyor, hakikate kurban gidecek bir Avusturya yok ortada, ülke kendini uçurumun kıyısına getirip uyanmayacak, yüksek ideallerin uyutuculuğu sürecek, tıpkı 19. yüzyılda yüksek kültüre aşık insanların 20. yüzyılı yangın yerine çevirecek fikirlerinin sürmesi gibi. Asla gerçekleşmeyecek hayallerin peşinde bir avuç kül. Bir gün mutlaka, sıyrılıp gelen, kaldırım taşlarının altı, oysa bunlar borazancıları tarafından bile anlaşılmamış söylemlerin imlediğidir, tıpkı kadın hakları için mangalda kül bırakmayıp ataerkilliğin kokuşmuş geleneklerini sürdüren kadınlar gibi, içerideki tehlikeler. Ölümsüzlüğün imkansızlığına dair: Kendinden korkmaktır, ölümden korkmak ölümün bir parçası olarak kendinden korkmanın da ötesinde, kendini inkar etmektir. Kendisini inkar etmediği noktada ailesini, Avusturya'yı, okulu, hastaneleri, yatakhaneleri, yaşamını kazımış hemen her şeyi ölüm çerçevesinde ele alıyor ve hemen her şeyin ölü olduğunu söylüyor, yaşamındaki hemen her şey ölü, çocukluğunun geçtiği yerler de ölü ki şu an adını hatırlayamadığım bir metninde çocukluğu kara bir boşluğa benzetiyordu. Anıya sığınan insan boşluğa sığınır diyordu, bu boşluğu iyi bir şey olarak hatırlar ama bu kara boşluk aslında o anının yerine geçen bir ıstırap kaynağıdır diyordu, bu boşluk hoşnutluk vermekten çok uzaktır ama insan kendini o boşluğa bırakıp mutlu olduğunu hissetmek ister, insan sürekli boşluğa düşen bir başka boşluktur diyordu, bunu belki demiyordu, bunu ben uyduruyorum, insan sürekli boşluğa düşen bir başka boşluktur demiyordu, çocukluğumuzun sokakları yağmurdan kalan kara suyun içinde yavaşça kaybolup giden çizgilerden ibarettir demiyordu, onun yerine röportajına gelirsek: Çoğu şeyi elle yazıyor Bernhard, hiçbir şeyi muhafaza etmiyor, yenilerine yer açıyor. Ne büyük bir rahatlık olduğunu anlatamam bunun; yaşamınızın bir dönemine ait son parçaları bir daha görmemek üzere yok ettiğiniz oldu mu? Olmadıysa denemelisiniz, içinizde bir yer o eşyaları -fotoğrafları veya her neyse- yok etmemeniz için adeta yalvarıyor, başka bir şey için değil de sadece bunun için hep var olacağını, kendisi var oldukça sizin de var olacağınızı, bu dünyadan silinmeyeceğinizi, anılarınız kadar yaşayacağınızı ve sayesinde bu yaşamın oldukça uzun olacağını söylüyor. Son parçadan da kurtulduktan sonra susuyor. Bu durmadan konuşan, hatırlatan, geçmişi şimdiye taşıyan, geleceği de işgal etmeye çalışan benliğimizi kesip atmanın verdiği huzuru çok az eylemin sonucunda duydum. Özgürlük budur. Bernhard, devam: Üstünkörü bir hikâye veya tasvir hiç ilgisini çekmezmiş ki verdiğim linkte bunu söylerken izleyebilirsiniz kendisini. Berraklıktan bahsediyor, deneyler yapmanın insanı dağılmaya götürdüğünü söylüyor, deneylerden daha deneysel bir şey onun için berraklaşmak, zaten sakınacak bir şeyin kalmaması bir insanın en deneysel işi olmaz mı? Salt anlatımın Musil'in yazdıklarına benzediğini söylüyor, sorunlu gerçekliğin özüne doğru atılmış birkaç adımı Musil'de buluyor bir. Bu meselenin dışında gerçekliğini her yansıtışında dünyayla başı bir parça daha derde giriyor, "Nazi artığı" dediği devlet adamlarının sanatı rezillikle bir kılacak kadar boyunduruk altına almalarına katlanamıyor Bernhard, bu durumu durmadan eleştiriyor ve hakkında davalar açılıyor durmadan, açılan her davadan sonra Bernhard'ın dili biraz daha sivrileşiyor, bitmez bir döngü. Sınırlarını da biliyor; Wittgenstein konusunda yazmadığını, konunun etrafındaki konular hakkında yazdığını söylüyor. Susuyor, dile getirilemeyen suskunluğu talep ediyor çünkü. Yazma veya konuşma da yetmiyor kendisine, Augsburg'u yerdiği bir yazıdan sonra halkın tepkisine rağmen yazının yayımlandığı gazeteye gidiyor, kısa bir ziyaret, ardından ortadan kayboluyor. Festivallere ihtiyacının olmadığını, oyunlarının oynanması veya metinlerinin basılması veya gideceği yerlerde kabul edilmesi için hiçbir şey yapmayacağını söylüyor. Araya röportajlar sıkışıyor, üslubu ve konularıyla alakalı sorular. "Ancak amasız bir güzellik tam bir saçmalık, sahtekârlıktır." (s. 86) Canetti'nin yetenek provasını Körleşme ile tamamladıktan sonra "aforizma ajanı" haline geldiğini söylüyor, amasız güzellikten kastı bu "bunaklık nöbeti" olarak gördüğü güzellemenin ötesindeki çirkinliklerin üzerinin örtülmesiyle sonuçlanan pohpohlanma dönemi. 

Tiyatroyla ilgili fikirleri, oyuncularla ilgili fikirleri, olaylı oyunları, olaylı ödülleri, Lizbon'da yaşadığı mevzular, istenmeyen bir adam olarak yalnızlıkta huzur bulması, cinselliği, ölümü, yaşamı, hemen her şeyiyle Bernhard. Metinlerinden sonra okunacak, hatta en son okunacak bir metin derlemesi. Sonsuz, bitmez bir saygı.

Bugün canım Chuck'ın ölüm yıl dönümü. Bütün günü Death dinleyerek geçirdim, bir de Nevermore. Warrel Dane de bugün öldü. İki adamdan da birer şarkı bırakayım.


12 Aralık 2018 Çarşamba

Marcel Proust - Mahpus

Sodom ve Gomorra'da Verdurinlerdeki davetlere trenle gidip dönülen onca gün Albertine'in yanında sonlanıyordu. Proust'un -anlatıcıya göre Proust veya anlatıcı, okura kalmış- yan hikâyelerine bağlanan, yer yer yan hikâyelerine dönüşen ana anlatısı Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde'den itibaren ortaya çıkan kadınların etrafında biçimlenen bir yapıya sahip; ilk bölümde ailenin ve sosyetenin etrafındaki olayların bir çocuk/genç için yaşamın en önemli olayları olduğu söylenebilir, kadınların keşfinden sonra mevzu iyice ikili ilişkilere dönüyor, özellikle Albertine'li bölümler aşkı, tutkuyu ve kıskançlığı yaşamının orta yerine koyan anlatıcı için çocukluk anılarının, daha doğrusu yaşamının o zamana kadarki bölümünün acı tarafından kuşatılmasının çok çeşitli irdelemeleriyle dolu. İki şekilde; birincisi çocukluktan taşınan bir aşk düşüncesinin adım adım biçim değiştirmesine şahit oluyoruz. "Çocukken, tahayyüllerimde aşkın en güzel yanı, hatta bence aşkın özünü oluşturan şey, sevdiğimle birlikteyken sevgimi, onun bir iyiliğine duyduğum minneti, sonsuza kadar birlikte yaşama arzumu serbestçe ifade edebilmekti." (s. 2426) Zaman içinde dönemin sosyal koşulları, davetler, genelevler, hayat kadınları, metresler, eşcinsel ilişkiler, kaprisler, yalanlar tarafından çevrilince çocukluğundaki masumiyetin yavaş yavaş silinmeye başladığını görüyor anlatıcı, hatta Proust'un bu silinişi olabildiğince geciktirmeye çalıştığını iddia edeceğim, belki de dile getirdiği acılarını çocukluğunun saf sevgisini hatırlayarak dindirmeye çalışıyordur, bilemiyorum, YKY'nin geçtiğimiz günlerde bastığı mektuplarını okuyunca tutturup tutturamadığımı anlayacağım. Neyse, ikinci şekil de birinciyle alakalı, daha derinlere bir bakış sonucu bulunan yeni Proust, daha derinlerde daha da başka bir Proust, bir sürü Proust, her biri Albertine'in farklı bir yönüne odaklı, her birinin nasıl değiştiği bulunmalıymış gibi bir arayış var, örneğin anlatının ilk cildi bir uyanışla başlıyordu ve Proust sabahları uyandığında dünyayı baştan oluşturmak zorunda olduğunu, uykuya dalarken de onca zahmetle bir araya getirdiği dünyanın ağır ağır parçalandığını, ortadan kaybolduğunu üzüntüyle aktarıyordu. Mahpus'ta Proust'un bütün konularının Albertine'le geçen günlerin değiştiriciliğiyle yeni bir biçimde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Uyanışlar ve uykular, kadınlarla olan ilişkiler, davetler, her şey Albertine'e duyulan nefretin, aşkın, sevginin içine yığılır. Proust'un evine taşınıp Françoise'nin çatık kaşları altında yaşayan Albertine'in mi, yoksa Albertine'in etrafına psikolojik duvarlar örüp sadakatsizlik avına çıkan Proust'un mu mahpus olduğunu anlayamayız, iki tür tutsaklık vardır ve ikisi de iç içe geçer. Proust zaman zaman Albertine'i sorgular, izler, izletir, kızın eşcinselliğe meyilli olduğunu düşündüğü doğasını dizginlemeye çalışır. "Tanıdığımız her insanın bir ikizini içimizde taşırız." (s. 2333) Proust, Albertine'in ikizini kendi zihninde yaşatır ve ilişkilerini dengesiz, yıkıcı bir hale getiren her şüphenin içindeki ikizden doğmadığını yavaş yavaş anlar. Albertine özgürlüğüne düşkün bir kızdır ve yaşamındaki her bir detayın bilinmesini istemez, bu yüzden bazı şeyleri gizler veya söylemeyi unutur. Anlatı bu gizlerin ağır ağır çözülmesi sürecini içerir, hatta hemen hemen tamamı bu süreçten ibarettir. M. de Charlus'ün Morel'den koparılması gibi başka hikâyeler de önceki ciltlerden bildiğimiz olayların devamını oluşturur. İç içe geçmiş onca hikâyenin bağlantıları bazen öyle keskindir ki ani geçişler okuru rahatsız eder, bazen de hiçbir değişiklik hissedilmez, bağlantı kuruluvermiştir. Tehlikeli bir oyun; Proust'un kurduğu anlatıda tek bir anlatıcının zihninde dolaşıp dururuz ve Proust Albertine'le konuşurken iddia ettiği gibi her şeyi unutmasa da hatırlayışın kusurları kendini gösterir, işte bu kusurlar anlatıyı gerçeğe yaklaştırır ki anımsayışın eksiksiz olmaması da anımsamanın doğasında vardır. Hatta Proust biraz da güvenilmezlik dozunu artırır bu ciltte; M. de Charlus'un Verdurinler tarafından davetlerden el ayak çektirilmesi aşamasında Proust bu sevdiği beyi uyarmak için güçlü bir istek duyduğunu söyler ama adamın Morel tarafından yerin dibine sokulduğu âna kadar hiçbir şey yapmaz, sadece izler. Gözlemciden ötesi değildir, kendi yaşamını da aynı biçimde gözlemler ve insanın sadece kendisine ait olan parçasının gerçek, biricik ve dürüst olduğunu söylemesine rağmen o parçaya bakmak için bir kimlik daha yaratır, en dipte bir çift göz her şeyi gözlemler. Proust gözlem için yaşamaktadır. Korkunç bir yaşam, anlatı oluşturmak için muazzam bir yöntem. Zaten adamın binlerce sayfa yazdıktan sonra artık huzur içinde ölebileceğini söylemesi, arkasında büyük bir yapıt bıraktığından emin olmasından sonra geliyor. Emin olarak huzur içinde ölüyor. Hatırlayabildiği hemen her şeyi tekrar yaşadıktan, belki de zamanı tekrar yakaladığına inandıktan sonra.

Baştan itibaren notlarıma baka baka ilerleyeceğim. En son Albertine'den ayrılmak istiyordu Proust, kızın uyandırdığı güvensizlikten oldukça yorulmuş bir şekilde evine geldikten sonra bir anda karar değiştirip evlenme teklif etme aşamasına geliyordu. Kendisi de Albertine'in kişiliğinin bir parçasını taşıdığından -ikiz muhabbeti- yalanlar uydurmaya başlaması, ilişkinin doğası üzerine düşünüp oyunlar oynamadan kızı elinde tutamayacağına inanması gibi kişiliğinde gizli ve kendisine yabancı olan pek çok psikolojik unsurun çekiciliği, sanırım kaybetme korkusu -annesiyle olan bölümleri hatırlayınca aralarında güvensiz bir bağlanma olduğunu söyleyebilirim, yitirmekten ödü kopan bir adam Proust, annesini, Albertine'i, anılarını ve yaşamını yitirmek onun için bir- ve elde etmiş olmanın yol açtığı tatmin ilişkinin sürmesini sağlayan en önemli etkenler. Tabii bunların yan etkileri de beraberinde geliyor; Proust hiçbir zaman tam olarak huzurlu değil. Anlatıya odasından başlaması bir ipucu veriyor olabilir; ilk ciltteki oda ve uyku olayı hemen anneye bağlanıyordu, burada da Albertine'e bağlanıyor. Anne o sırada Combray'de ve oğlunun evlilik fikrinden ötürü kaygılı. Albertine pek benimsenmiyor, Françoise'in Albertine'i hiç sevmemesinin de etkisi var bunda. Proust, yakın arkadaşı Saint-Loup'un sevgilisi Rachel'e davrandığı gibi davranıyor; pahalı hediyeler alıyor, para veriyor, bir sürü şey. Rachel bir hayat kadını olarak yaşamını sürdürüyor, Saint-Loup'un görmek istemediği ve kendisini Proust'tan ayıran nokta bu. Albertine'in çekiciliği elde edilemezliğinden ve affedilemez bir suç işleyebilme potansiyelinden kaynaklanıyor. Proust'un bu meseleyi incelediğini söylemiştim ama en başta pencereden giren güneşe bakıp gençlik günlerini, "eskiden kalma delikanlıyı" anımsıyor ve anlatmaya başlamak için güç topluyor. Güneş duvarları aydınlatırken Albertine'i odasına hemen çağırmıyor Proust, önce kendisini güvende hissettiği zamanları iyice anımsıyor ve sonrasında günlük ıstıraplarına gömülüyor. Annesinin Albertine'i neden sevmediğine dair fikirleri sıralıyor, iki kadını kıyaslayıp iki tarafa da batacak sivri uçları belirliyor. "Evcil bir hayvan" benzetmesi Albertine için uygun gerçekten; kız her odaya destursuz dalıyor, kendisini bağlayan pek bir şey yok. Proust'a göre kız kendisini oldukça geliştirmiş olsa da yine de önemsenmeyecek bir zekası var. Aslında bu noktada ilginç bir açıklama da geliyor; Proust için kadınların zekası pek bir şey ifade etmiyormuş, zihinsel üstünlüğe ilgisizmiş, bir kadının zihinsel meziyetlerinden bahsetmişse bunu nezaket icabı yaparmış. Bunu aşkın hangi noktasında incelemeliyiz, sadece fiziksel özelliklere mi bakıyor Proust, sadece kaybedilebilir olanlara mı aşık oluyor, zekaya önem vermiyorsa kadınların uydurukçuluğundan yakınması neden? İlginç. Sanırım yine kendine yontmasından her şeyi. Kadınlar zaten belirli bir yaradılış niteliğinin dışına çıkmıyor, erkeklerin yol göstericiliğine ihtiyaçları var ve Proust kadının üzerinde bir egemenlik kuramadığı için aşık, acı çekiyor ama Albertine'in tamamen kendisine ait olduğunu hisseder hissetmez de sıkılacağını ve kızı terk edeceğini açık açık söylüyor. Bu hastalıklı bir ilişki aslında, aşkın yüceliği yok burada, aşkın insanı daha iyi biri haline getirme niteliği yok, burada aşk pek yok, daha çok bir nevi çıkar ilişkisi var. Tensel hazlar ve psikolojik bir savaş, ikisini bir arada tutan yegane iki unsur. Bir de maddiyat boyutu var işin tabii. Proust, "Albertine'siz bir özgürlük özlemi" hakkında paragraflarca yazıyor, belki de kızın açıklarını bu yüzden arıyor ve düşündüğünün aksine, bu açıklar ortaya çıktıkça sona yaklaştığını düşünse de kendini daha da bağlanmış bir durumda buluyor. Gerginlik yükseldikçe ayrılığın yaklaştığını düşünüyoruz, ayrılık konuşması da geliyor ama bu konuşmanın da bir taktik olduğunu anlıyoruz nihayetinde. Aslında karar değişiklikleri bunca sündürüyor meseleyi, iki taraf da kendisiyle diğeri arasında sağlıklı bir iletişim yolu kuramıyor, açık olamıyor. "Albertine bana ıstırap çektirebiliyordu, ama katiyen mutlu edemiyordu beni." (s. 2108) Proust'un Albertine'e dair mutlulukla dolu anıları var, daha doğrusu heyecanla dolu anıları, hepsi de çiçek açmış genç kızların sahilde vakit öldürdükleri ve Proust'un kızları izlediği zamanlara dair. Sonrası tam bir çıkmaz. Anlatıcıyı ilk kez böylesi parçalanmış, acı içinde görüyoruz.

M. de Charlus'ün meselesi sürüyor bir yandan, Sodom ve Gomorra geride kalmış olsa da yeni mekanlarda yeni maceralar sürüyor. En başta Albertine'in "eğitimden" geçip geçmediği tam bir netlik kazanmadığı için sıkıntıdan bunalıyor Proust, kendi yaşamında "sapıklık" olarak değerlendirdiği bu meseleden kurtulamaması bir yana, M. de Charlus'ün Morel'le yaşadığı ilişki de sonlanmaya doğru ilerlerken Proust gözlemliyor olanları. İlginç bir detay; anlatıcının hemen her şeyi "bilmesi" meselesi kafa karıştırıcıydı ve anlatının tek sıkıntılı kısmıydı belki de. Tek bir bakış açısından görüyorsak her şeyi, aynı anda farklı yerlerde yaşananlar nasıl en ince detaya kadar anlatılabilir ki? Bir noktada olayların kendisine "aktarıldığını" söylüyor Proust, diyaloglardaki eksikliklerin pek az bir kısmı hayal gücüyle tamamlanıyor, bir davette konuşulan çoğu şey sonradan gerçekleştiği biçime en yakın şekilde aktarılıyor. Bunaltıcı bir iş, bir davete katılan insanlara nelerin konuşulduğunu soran, oradan oraya atlayan ve herkesi sorguya çeken bir adam düşünün. Anlatıcı böyle biri. Her neyse, Verdurinlerin davetlerini önceki ciltten biliyoruz, çarşamba günleri düzenlenen bu sosyete toplantılarına seçkin insanlar davet ediliyor ve M. de Charlus de bunlardan biri ama adam gerek çenesini tutamadığı için, gerek Morel'le ilişkisi -Morel'in bir kızla nişanlanmasına rağmen- sürdüğü için kara listeye alınıyor ve Morel davet sahipleri tarafından doldurulduktan sonra yaşlı sevgilisine, hamisine patlıyor, sivri dili herkesi korkutan adam söyleyecek tek bir şey bulamıyor ve bir süre sonra da kalp krizi mi ne geçiriyor, bir şey oluyor ama tam anlatmıyor Proust, sanırım sonraki ciltlere saklıyor bunu. Sonuçta Morel adamı yıktı, bir araya gelmeyecekler bir daha. Soylu tayfanın entrikaları çok sinsice planlanıyor, korkulur bu insanlardan. Kötülük değil onlar için, bir oyun bu. İnsanlar yükselir ve düşer. Yaşamının sonlarına yaklaşan M. de Charlus'ün düşme vaktinin geldiği düşünülüyor.

Yine çok şey anlatılmadan kaldı. Dostoyevski'yle Tolstoy'un karşılaştırıldığı bir bölüm var, Proust'un değerlendirmeleri dikkat çekici. Başka da, işte, Proust.

8 Aralık 2018 Cumartesi

Michio Kaku - Geleceğin Fiziği

Uzun bir şey okumaya başlamadan önce başka şeyleri sıkıştırıyorum araya, uzunu okurken buraya yazacak bir şeyler oluyor. Proust'un Mahpus'una başlamadan önce okuduklarımdan biri bu. Proust biraz görev okumasına döndü, her ara verdiğimde adamın üzerimde bıraktığı etkiye, dehasına sövüp saysam da -bir nevi iltifat- sona yaklaştım, önümüzdeki ay yedinci cildi bitirip altı aylık serüveni noktalayacağım. Otuzuncu yaşımın anısı bu yedileme olsun diye uğraştım. Tamam bu iş. Önümüzdeki yıl Salâh Birsel'in nesi varsa okunacak, Tanrının Maskeleri serisi bitecek, kuramsal zamazingolarla birkaç bilimsel şeye gelişine vurulacak. Ne denk gelirse artık. Bu sene genelde Kaku denk geldi. Birkaç gün önce bir incelemesini daha bastılar, onu da aldım. Ben bu bilim olaylarını seviyorum, söz gelişi kuantumla kurmaca arasındaki ilişki müthiş. Uzay yolculuğu senaryoları olsun, dünyayı biçimleyen diğer teoriler olsun, insanoğlunun istikametinde hangi durakların olduğunu bilmek güzel. Ömrü tüketmek için iyi bir yol. Kaku'nun hikâyesi de güzel. Yine atom parçalayıcısı olayından giriyor mevzuya, evde kendi imkanlarıyla yaptığı aleti çalıştırdığı zaman sigortaları sık sık attırıyormuş ama Harvard'a girmesini sağlamış bu olay, sonrasında sicim kuramını bulanlardan biri olmuş. Günümüzün en önemli fizik profesörlerinden biri, yaptığı işleri ve programları YouTube'da izleyebilirsiniz. Neyse, çığır açan buluşlarla meşgul olan insanların sokaktaki insan için pek bir şey kaleme alamayacak kadar meşgul olduğunu söylüyor Kaku, zaten elde ettiği çoğu veriyi laboratuvardan laboratuvara gezerek, bilim insanlarına ıstırap olarak edinmiş ve incelemesini böyle oluşturmuş. Birkaç sayfa bu insanlara teşekkür etmek için ayrılmış. Kaku hem çok meraklı ki bu çok normal, hem de bilim sempatizanlarını yığdığı gelecek senaryolarıyla şaşkına çeviren bir adam. Bilimsel gelişmeleri olabildiğince anlaşılır hale getirip paylaşan Sagan gibi, Tyson gibi biri, yaptığı iş büyük.

Olanaksızın Fiziği'nde üç tip olanaksızdan bahsediyordu Kaku; I. tipte içinde bulunduğumuz yüzyılın sonuna doğru olanaklı hale gelecek durumlar vardı. Görünmezlik vardı galiba, süper teknolojik bir ceket giyip kafa, bacaklar ve ellerden oluşan bir vücutla insanların ödünü koparabilirdiniz. Böyle şeyler. Bu incelemenin tamamen I. tipe ayrıldığını söyleyebiliriz. Tabii aşırı ayrıntılı bir inceleme var burada, beş yüz sayfalık bir araştırma, soruşturma, geleceğe dair öngörüler ve en sonda bir öykü, Kaku'nun onca sayfa boyunca müjdelediği olası buluşlarla dolu bir gelecek tasviri. Kaku'nun öykü yazmaması lazım, hep şemsiye yapsın veya işinde muvaffak olması için daha çok çalışsın. Bir de daha çok yazsın, bu adam bize lazım. Çocukluğunda okuduğu romanlardan sicim teorisine ulaşan bir adamdan bahsediyoruz; Jules Verne'ün Ay'a yaptırdığı seyahatte roket yakıtı yerine barut kullanması haricinde müthiş bir öngörüye sahip olduğunu söylüyor, Leonardo da Vinci'yle ilgili de aynı doğrultuda görüşleri var, bu adamların yüzyıllar sonrasının teknolojisini hayal edebildiklerini, kendisinin de benzer bir teşebbüste bulunacağını söylüyor. Bilim adamlarının son gelişmeler hakkında verdikleri bilgilerden yola çıkarak kuruyor geleceği Kaku, incelemelerinin ilk bölümlerinde güncel veriler var, sonrasında tahayyül kısmı giriyor devreye. Çok hoş. Geleceği kurma kısmında kendi tahminlerinin tutmayabileceğini söylüyor, "Mağara Adamı İlkesi" dediği bir etken var. Kendi buluşu mu bilmiyorum ama bu kavramı sevdim; insan ilişkileri faktörünün her zaman işin içinde olacağını söylüyor Kaku. İnsana benzer robotlar bunun somutlaşmış hali diyebiliriz, bunu şu an ben uyduruyorum. İleride öğretmenler tamamen devrelerden oluşacak olsa da görsel olarak insanlardan farksız olacak. Bu bir örnek, aslında duyularımızın değişmesini pek istemiyoruz, şu anki algılayış biçimimiz sabit kalacak şekilde ilerlemeliyiz. Bunun için her gelişmenin olabildiğince "doğal" hale getirilmesi gerekiyor. İnsanlıktan çıkmadan gelişmeliyiz, bu yüzden hâlâ basılı belgelere ihtiyaç duyuyoruz, bir güven duygusu uyandırıyor bu tür dokümanlar. Bunu Kaku öne sürüyor.

Bilgisayarın Geleceği ilk bölüm. More yasası bölümün en önemli kısmını oluşturuyor. Bilgisayarlar bu yasanın izin verdiği ölçüde her yıl iki kat kadar gelişiyor ama bunun da bir sınırı var; transistörlerin giderek küçülmesi atomik ölçüde elektriğin kararsızlaşmasına yol açıyor ve sınıra doğru koşuyoruz, bu yasanın izin verdiği ölçüde en küçük transistörün yapımından sonra bambaşka bir teknoloji gerekecek, eğer daha da gelişmiş bilgisayarlar istiyorsak. Bu işin bir boyutu. Diğer boyutu, şu an ekranına baktığımız dikdörtgen zımbırtılara ihtiyaç duymayacağımız bir zaman gelecek, bilgisayarlar retinaya yerleştirilecek parçalarla bir parçamız haline gelecek. Örneklerini bilimkurgu filmlerinde sıklıkla gördüğümüz için bu kısmı kısa keseceğim, ilginç bilgileri verip bitireyim. Şu an 8 bitlik müziklerin yer aldığı çipler, Müttefik Kuvvetlerin 1945'te sahip olduğu bilgisayar gücünden daha fazlasına sahipmiş. Oha. Gerçi Turing daha yeni yeni ortaya çıkarıyordu bilgisayarı. Şey var bir de, cep telefonumuz NASA'nın 1969'daki tüm gücünden daha fazla bilgisayar gücüne sahipmiş. Bilim inanılmaz hızlı, geçtiğimiz yüzyıldaki gelişmeler dudak uçuklatıcı gerçekten. En sonunda Ready Player One seviyesine gelecek bu elektronik nane, pek bir şey kalmadı sanıyorum, biz görürüz. Tıbbi tedavi konusu da ilginç; giydiğimiz bir gömlek bütün tıbbi geçmişimizi taşıyacak, yaralanırsak en yakındaki sağlık birimlerine haber yollayacak ve yaşam fonksiyonlarımız hakkındaki her türlü bilgiyi anında gönderebilecek. Zihin okuma, bir rüyanın fotoğrafını çekmek gibi olaylar da sırada, geliştiriliyor. Şu da güzel: "Gelecekte birçok oyun/maç salt düşünceyle oynanacak. Takımlar, bir topu düşünerek hareket ettirebilecek bir şekilde zihinsel olarak birbirine bağlanabilirler ve topu zihnen en iyi şekilde hareket ettiren takım kazanır." (s. 81) Valla farklı bir şekilde yapılmışı var, filmi ilk izlediğimde çok etkilenmiştim şu sahneden.

Yapay Zekanın Geleceği, 1 ve 0 tabanlı bir sistemden eşimizi yaratmanın mümkün olup olmayacağının incelendiği bölüm. Mümkün olabilir, neden olmasın. İnternette dolanan bir röportajda yetkili bir bilim insanına göre mümkün değil ama mümkün. Örüntü tanıma ve ortak akıl (sağduyu) yaratmamız gerekiyor, o kadar. İş dönüp dolaşıp beynimizi çözümlemeye geliyor, beyni bir çözdük mü tamam bu iş ama işte bunu biz göremeyiz, dilim dilim kesip mikron mikron incelemekten terazide tartmaya kadar pek çok yöntemle beynimiz incelendi, inceleniyor, çalışmalar hep bir tık ilerisini gösteriyor ama son noktaya çok uzağız. İş sicim teorisine bağlanırsa bir şekilde mesela, o zaman on nesil sonramız bile göremeyebilir. Belki de görür. Ne bileyim ben. Duygu katmamız lazım biraz bu arkadaşa, karar alma mekanizması duygu kaynaklı olduğu için. Limbik sistem ve beyin korteksi yaratmak da bir başka yöntem ama bizim sistemin birebir aynısını yaratmak gerekmeyebilir, bu parçaların görevlerini yerine getirebilen minik parçalar da iş görür ama zaten olay bu işlevlerin kaynağını bulmada. Bilimden, limbikten falan o kadar uzağım ki böyle gevşek gevşek anlatma cüreti buluyorum kendimde, çok eğlenceli. Bir yandan da öyle şeylerle karşılaşıyorum ki kafayı yemek işten değil. Mesela insan beyninin modellemesi yapılıyormuş, güç ve ısı yönünden büyük problemler varmış. Bir süperbilgisayar gerekiyor beynimizin işlevlerinin yaratılması için. 1 milyar watt harcarmış bu alet, bir nükleer güç reaktöründen elde edilebilecek güç. Oysa beyin sadece 20 watt güç kullanıyormuş. Ya aklım almıyor, bunu böyle söylemek komik oldu gerçi, aklım nasıl 20 watt harcayarak bunca işi yapabiliyor? Çözün şunu be bilim insanları, hepiniz bir araya gelip beynin gizemini çözün de görmeden ölmeyeyim. Şu hayatta merak ettiğim üç beş şey var, biri beynin olayı. Şu an kaostan düzen çıkarmanın yapay yolları deneniyor ama çoğu bilim insanı pes etmiş durumdaymış, en azından şimdilik. Bilinçle ilgili binlerce tanım var, beynin neresine ait olduğu bilinmiyor. Bir yerine ait olup olmadığı da bilinmiyor. Bilincin nerede başlayıp nerede bittiği bilinmiyor, beyindeki hareketliliği takip etmek sadece işlemlerin kaynağına götürüyor, bilince değil. Büyük bir muamma bilinç. Bunu yaratabilirsek eğer, yasalara ihtiyaç duyacağımızı söylüyor Kaku. Asimov'un yasaları gibi ama çok daha karmaşığı lazım. Tekilliğe giden yol aslında, Lucy'nin final sahnesindeki mevzu. Her yerde olabiliriz, tekillikte bir nevi tanrılık var.

Uzaydır, enerjidir, makinelerdir, akıl almaz şeyler söylüyor Kaku. Bilimin hangi noktaya ulaştığını görmek için okunması lazım bunun, gerçi 2011'de yazılmış ama yedi yılda dünyayı kökünden değiştirecek bir buluş -bildiğimiz kadarıyla- yapılmadığı için eskimiş sayılmaz. İlginiz varsa ellerinizden öper.

6 Aralık 2018 Perşembe

Andrew Bennett & Nicholas Royle - Edebiyat, Eleştiri ve Kurama Giriş

Birinci baskının önsözünde bu incelemenin üniversite öğrencileri için yazıldığı, diğer okurların da ilgisini çekebileceği söyleniyor. Yetkili bir abi değilim, üniversitelerin ders programlarını aşağı yukarı biliyorum ama en azından Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerini genelleyerek konuşursam bu metnin çok az maddesi bir ölçüde anlaşılacaktır, geri kalanı öğrencileri farların karşısında kalıp gözlerini pörtletmiş geyiklere çevirecektir. Gerçi adamlardaki üniversiteleri ve öğrencileri bizdekilerle kıyaslamak pek doğru değil, yine de edebiyat okuyan birinden biraz Barthes bilmesini beklerim, ne diyeyim. İşi terbiyesizliğe vardırayım; aslında akademisyenler için bu metin, aralarında geyiğe dönecek çok insan var. "Edebiyat hakkında düşünmenin ve edebiyatı eleştirel biçimde okumanın yeni yolları" olarak nitelenen bölümler pek de yeni değil esasında, bir metnin nerede başlayıp nerede bittiğiyle ilgili araştırmalara pek çok yerde rastlayabiliriz ama kuramların uygulanması için seçilen metinler bölümleri özel kılıyor olabilir. Gerçi Wordsworth hakkında milyon tane şey yazılmıştır şimdiye kadar, bahsedilenler yeni mi bilmiyorum, bilmediğim noktada da, şu an susuyorum. Sonuçta farklı okumalara yol açabilecek bir inceleme var elimizde, şahsen ekofeminizm okumaları hakkındaki malumattan çok faydalandım, benim için en büyük kazanç bu oldu. Onun dışında şöyle genel bir tekrar, klasikleri hatırlamak ve edebiyatın neliğiyle ilgili birkaç fikri anımsamak da iyi geldi. Bir şekilde edebiyata bulaşmış, biraz da açıklara doğru yüzmüş herkes için sıkı bir kaynak.

Edebi nanelere giriş niteliği taşıyor, bunun yanında tipik bir kuram-uygulama kitabı değil. İki akademisyenin imgelemlerinden yola çıkarak kuramlara bağlanan fikirleri ayrı bölümler halinde karşımıza çıkabiliyor, örneğin Hayaletler bölümüne bakarsak yaratıcı intihallere doğru ilerlediğimizi görürüz. "Ghost" için sözlükte "ilham veren ya da hükmeden bir öz" tanımı yapılmış. Koç Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan bir metin vardı, zombilerle ilgiliydi, orada zombilerin ne bu tarafa, ne de öte tarafa ait oldukları söyleniyordu. Arada kalmış olmanın şahitliği ürkütücülük ve nefret doğuruyor, bizlerde "ait olamama" duygusu yaratıyor. Zombilerin, hayaletlerin, umacıların ve sair varlığın bulunduğu bir yerde kendi halinde kalmak mümkün değil. Burada hayalet kavramı paradoksal bir varlığı temsil ediyor; hem var olan, hem de var olmayan bir gölgeyi. Bütün metinlerin içine sinen ve orada olup olmadığı konusunda kesin bir şey söylenemeyen esinlenmeler, üfürmeler bu hayaleti ortaya çıkarıyor. Metinde hayaletlerin "tarihin kendisi" olduğu söyleniyor, Tanrı'nın ortadan kayboluşu fikriyle Tanrı'nın "1 Numaralı Hortlak" olması, dahi Tanrı'nın ölmesi, Marx ve Nietzsche gibi pek çok düşünürün, sanatçının geçmiş çağlardan gelen hayaletleri geleceğe taşıdıklarını gösteriyor. Aslında bir nevi anakronizm. Lacan'ın Hamlet'i psikanalitik açıdan incelemesi bir örnek: Hamlet katil amcası Claudius'u öldüremez çünkü amcasının yapmak istediğini o da yapmak istiyor olabilir, anneyi arzulamanın bir zamanı yoktur çünkü fallus bir hayalettir, binlerce yıl öncesinin metinlerinde izi bulunabilir. Henry James'in hayaletleri de benzer bir açıdan ele alınabilir; şatolarda yaşayan hayaletlerden bilincin yaratmış olabileceği hayaletlere geçilmiştir, gerçeklik algısının tanımı bilimsel verilerle değiştikçe hayaletlerin kendisi de başkalaşır. Bloom'un kanonik tutumunun sabitleştiriciliği, hatta kanonun tarih dışı görünmesi bu hayalet imgesine vurulan bir darbe gibi gözükebilir ama Bennet & Royle'a göre dünya yeterince hayaletlenmiştir, Derrida'nın modern teknolojilerin hayaletleri günümüze ve günümüzden sonrasına da taşıyacağı fikri bu görüşe güzel bir temel oluşturur.

Bölümlerin birbirlerinden bağımsız olarak, gelişigüzel bir şekilde okunabileceği söylenmiş ama buna pek katılmıyorum ben, en azından bir bölümde temelinden incelenen dil meselesinin metni "tekinsiz" kılmadaki işlevini anlayabilmek için başka bir bölüme gitmemiz gerekebiliyor. Elbette şart değil sıralı bir okuma, modüler yapı gayet iş görüyor ama meselelerin daha kapsamlı hale gelmeleri için belirli bir düzende seyretmek gerekiyor. Örneğin "dil" bölümüne bakalım, dizine göre ilk bölümden son bölüme kadar pek çok yerde inceleniyor. Gruplandırma yöntemi pek başarılı değil gibi geldi bana; dilin işlevinin geniş kapsayıcılığı son bölümlerde karşımıza çıkabiliyor, spesifik bir işleviyse ilk bölümlerde. Bölümlerin sıralanması daha sağlıklı olabilirmiş bu açıdan. Başlangıç'la başlayıp Son'la bitirmek güzel fikir ama, ona laf yok. Bu ikisine bir göz atayım. Bir metnin nerede başladığını merak edebiliriz, etmeliyiz. Kalemin kağıda değdiği noktada, ilk tuşun basıldığı noktada, metnin akla ilk düştüğü noktada, tam olarak nerede? Paradise Lost'tan bir örnek verilir, Milton için başlangıç kutsal bir şeydir, ilhamı getirendir, kutsal kitaplardaki başlangıçların huşusunu yaratır. Başlangıçlardan önce de başlangıçlar vardır, mesele bir zaman meselesidir aslında. Metnin ilk sözcüğü bize metinden öncesinin varlığını da duyurabilir, bu durumda görsel bir verinin başlangıç olduğunu kabul etmek metnin öncülünü budayacaktır. Milton böyle bir düşünceyle ilklerin ilkine, kutsal kitaplara gider, başlangıçlarını kendi metnine uygular ve böylece "başlama" edimini teolojik açıdan sağlar. Aslında bütün metinler nasıl başlandığıyla ilgilidir, kullanılan zaman kipleri öncesine-sonrasına ulaşılmazlık bilincini yaratır, böylece metnin nerede başladığı ve nerede bittiği bir muamma olarak kalır. Mesela muamma dedim, bunun hakkında ayrı bir bölüm var ve keşke ilk bölümün hemen ardından gelseymiş. Neyse, son bölüme gidiyorum ve gerçekten bir sona varılıp varılamayacağını merak ediyorum. Enis Batur'un bir röportajını izlemiştim, isimleri hatırlamadığımdan uydurabilirim; onlu yaşlarındayken okuduğu Karamazov Kardeşler'i otuzlu yaşlarındayken tekrar okuduğu zaman ne metnin aynı metin, ne de Dostoyevski'nin aynı Dostoyevski olduğunu söylemişti. Bu yaklaşım bir metnin asla bitmemesini sağlar, zira okur olarak biz bitmeyiz, metinleri tekrar tekrar yaratabiliriz ve her bir okuma bir yaratma eylemidir bu açıdan. Tekrar okununca kapıları daha bir açılan metinler de bu yaratımı kusursuzlaştıranlar sanırım, yeni parçalarını ortaya çıkaranlar. Bunun dışında anlatılan bir şey, verilen örnek üzerinden gidecek olursam bir hayalet hikâyesi, hiçbir zaman tam olarak anlatılamayacaktır, bir hikâye olduğu gibi anlatılamaz, çaba sırasında birçok parçasını kaybeder ve kendisine ait olmayan birçok parça kazanır. Bu yüzden bir "son" mümkün değildir. Kendimce bunu başımın az üzerinde dönüp duran kaotik bir bulut olarak imledim yıllar önce; sevdiğim sokak kedisinden -eylemimin sonu- okuduğum bir metne kadar -metnin sonu- her şey orada, dönüp dururlarken birbirlerine karışıyorlar, başka bir şeye dönüşüyorlar, hiçbir yere gitmiyorlar ve eskimiyorlar. Ne yaratabiliyorsam o buluttan çekip alıyorum, böylece o metinleri başka sözcüklerle sürdürüyorum, filmleri başka biçimlerde montajlıyorum, her şey başkalaşıyor. Muazzam bir sonsuzluk.

Son derece sağlam bir inceleme bu, Kuir bölümünü özellikle beğendim. Foucault'nun bir iktidar aracı olarak cinsiyetin bireyi kurmadaki işlevini ve bu işlevin yaşamımızı kalıplandıran onca etken gibi mutlak, soluk aldırmayan bir güce sahip olmasını irdelemesinden yola çıkarak birkaç metin inceleniyor, birkaç yazarın düzcinsel ve eşcinsel arasındaki -aslında orada olmayan- mesafeyi ortadan kaldırışı anlatılıyor, süper.

Biraz kurcalayın, korkmayın, kuramsal zamazingoların sıfıra yakınsadığı, bodoslama okuru çeken bir metin bu. Okumanızı tavsiye ederim. Rus "şekilcileriyle" karşılaşınca kızmayın, Twitter'da bir çevirmen yeterince kızdı. Başka bir şey daha vardı kızdığı ama hatırlayamadım şimdi. Bir de şey, yazım hataları Ayrıntı'nın bastığı diğer metinlere göre can sıkıcı boyuttaydı. Harold Blooms diye biri vardı mesela, çok merak ettim kendisini. Arasına boşluk konulmamış sözcükler vardı, hoş değildi. Son okumacıya bakınca, sürpriz, Hazal Uzuner! Yıllardır görüşmüyoruz ama on beş yıl öncesinden tanıyorum kendisini. Liseye giden veletlerdik bir zamanlar, Dean R. Koontz, Stephen King ve Nâzım Hikmet hakkında birtakım atıp tutmalarda bulunurduk. Görünce sevindim kendisini ama Hazal'cığım, az daha dikkat. Teşekkürler. Gutnayk.

5 Aralık 2018 Çarşamba

José Saramago - Ölümlü Nesneler

Strugatski Biraderler'in alegorik bilimkurgularında baskıcı bir rejimin kültür polislerinden kurtulmak için atılan kırk taklaya şahit oluruz. Galip Tekin 80'lerde cuntadan korktuğu için bilimkurguya sığındığını söylemişti. Bulgakov ve Platonov sansürlerden sansür beğenen sadece iki isim. Salinger'ın Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı metni ABD'de bir dönem yasaklıydı, 11/22/63'te yasağın yavaştan kalktığı zamanları görebiliriz. Henry Miller'dan Oğlak Dönencesi bizde davalık oldu ve sansüre uğradı, Can Yayınları'nın dahice bir taktiğiyle bu badire de atlatıldı. Sansüre uğrayan bölümler önsöze alınan dava dosyasının bölümlerinin içindeydi, böylece karartılmış bölümleri önsöze dönüp tamamlayabildi insanlar. Daha bir dünya baskı, sansür, feşmekan var, aralarına Saramago'yu da kattım. 1975'te yayımlanan Ölümlü Nesneler'deki öyküleri yazarın sembolizmini taşıyan tipik çuvaldızlar olarak görmüştüm ki sonradan öğrendim; Salazar diktatörlüğü altında yazılmış bu öyküler. Lizbon'a Gece Treni'nde Salazar'ın yarattığı dehşet ve toplumsal parçalanma olanca açıklığıyla görülebiliyordu, Saramago'yu o ortama yerleştirip silah seslerini duyduğu gecelerde, odasında bir şeyler yazmaya çalıştığını hayal ediyorum. Gökyüzü tavanlı hapishanede yaratma sancıları geldikçe konularını eğip büken, kendi kırık aynasından yansıtan Saramago. Korkunun ilk elden tanığı. Bu yüzden öykülerindeki diktatör düşse veya öldürülse de nihai bir huzura açılmıyor hiçbir zaman kapısı, bir kere gerçekleşmiş olan tekrar gerçekleşebilir, bunun huzursuzluğu öykülerin tek bir duyguyu taşımasından anlaşılabilir. Bir tanığın aynı olayı çok sayıda yansıtıcı parçadan geçirdiğini düşünelim, Ishiguro'nun metinlerinde uyuyan ejderhayla ameliyat masasına yatırılan gençler arasında pek bir fark görülmemesinin bir benzeri, bence çok daha ötesi Saramago'nun öykülerinde var. Alegoriler çok zengin, huzursuzluk aynı.

Epigrafta Marx ve Engels bekliyor bizi. "İnsan çevresindeki koşullar tarafından biçimlendiriliyorsa bu koşulların insanca biçimlendirilmesi gerekir." Bu büyük bir döngü. Koşulları biçimlendiren insanı koşullar biçimlendiriyor, küresel bir felaket yaşanmadıkça Tarım Devrimi'nin öncesine dönemeyecek olmamızın sebebiyle aynı noktada yer alan bir çıkmaz. İnsanca biçimlenmemiş olan koşullar öyküleri insanın kolaylıkla kendi düzlemine oturtabileceği şekilden çıkarıyor. Kronoloji yazarın elinde bir güç olarak kalıyor ama bireysel iktidarın en önemli mekanizmalarından biri olan bu ögeyi her öyküde göremiyoruz, gördüğümüz öykülerde de bahsettiğim huzursuzluk sürüyor ve arka arkaya felaketler yaşanıyor. Desnoes'in bireysel tarihle toplumsal tarihin birbirini tutmadığı noktalarda medeniyetin dışına atıldığı duygusunu Saramago'da bulabiliriz. Desnoes Küba'da istediğini yazıp yayımlatabiliyordu, Saramago aynı şeyi Portekiz'de yapsa kurşuna dizilirdi, aralarındaki fark bu. Sürgününü düşünürsek ucuz kurtulduğunu söyleyebiliriz, iktidar kendisini bir süre görmezden gelip en sonunda yurt dışına kaçmasına sebep oldu. Nesneler'i buradan okusak olur mu? Deniyorum: Anlatıcının parmağını kapan kapıyla başlarız. Bu kapı insanlar için tehlikelidir, başkalarının parmağını da kapabilir. Açılan yaraya şeffaf bir zara dönüşen sıvı sürülünce yara kapatılıyor, teknoloji insanoğlunun hizmetinde ama asırlardır aynı işi yapan kapılar, tornavidalar, koltuklar, otomobiller, saatler artık bağımsızlıklarını kazanmak istiyorlar, eşyaların kontrolü için kurulan bir devlet kurumunda çalışan anlatıcı için kabus adım adım doğuyor. Toplumun her bir bireyi sınıflandırılmış, C sınıfı vatandaşlığa yükselebilenler istedikleri eşyaları edinebiliyorlar, daha alt sınıftakiler üst sınıfa yükselmeye çalışıyorlar, hiyerarşi kusursuz bir şekilde işliyor. Devlet insanlarına güven vermiş durumda; her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek kadar örgütlü ama eşyaların isyanına karşı alınan hiçbir önlem işe yaramıyor, kaos yavaş yavaş yayılıyor. Binalardaki merdivenlerin teker teker ortadan kaybolmaları bu hiyerarşinin yıkımını simgeliyor, orta sınıfın ortadan kaybolmasıyla en üsttekiler ve en alttakiler kalıyor bir tek, geçişler bir sonraki düzene erteleniyor. Nesnelerin ortadan kaybolmalarını anlatıcının bazı şeyleri hatırlamamasına denkleyebiliriz, mevzunun aslında çok farklı bir noktaya bağlanması iktidarın zihinlerde kök salmış olmasını perdelemiyor. Binalar kayboluyor, sokaklar kayboluyor, şehrin yakınlarındaki ormanda toplanıyor nesneler. İnsanlar. İnsanların nesneleştirilemeyeceği bir gelecek için. Şeffaf zarı Saramago olarak düşünmek hoşuma gidiyor; acıyı dindirmek için sanattan daha etkin bir yol düşünemiyorum, Saramago ortadan kaybolsaydı parmağım sürekli kanardı.

Kısırdöngü'yü bir şeye benzetmiştim, hatırladım, Antoni Jach'ın Şehrin Katmanları diye müthiş bir metni vardır, orada Roma'yı kuşatan barbarlarla Romalılar arasındaki ilişkinin anlatıldığı bir bölümde barbarların yıllar süren kuşatmaları sırasında Roma'nın etrafına kurulmalarıyla Roma'nın yavaş yavaş çökmesinin vatandaşları barbarlaştırması anlatılır. Barbarlar Romalılaşır, Romalılar barbarlaşır, şehrin dışına başka bir şehir kurulur, ilk şehir yıkıma doğru ilerlerken dışarının dengi haline gelir. Geçişlerin ne kadar kolay gerçekleşebileceği anlatılır, aslında zıt unsurlar arasında biçimsel olarak pek de bir fark olmadığı da araya dereye sıkıştırılmıştır. Benzer mevzu. Diktatörümüz ülkesini düzenler, dillere destan bir mezarlık yaptırır, mezarlığın yapımı sırasında ülkenin bir dengi oluşur, ölüler canlılardan farksız hale gelir, iç dışa döner, soğuk sıcaktır, ak karadır, senteze bir türlü varılamadığı için bütün yapılar tek bir fidanın doğumuna şahit olur ve ortadan kalkar. Doğa her zaman var olacaktır, insan da doğanın bir parçası olduğu için kurup yıkmaya devam edecektir. İnsanlar her şeyi baştan alırlar, çağlar farklı paradigmalar oluşturur ama insan bu döngüyü sürdürür, bir türlü kıramaz.

Sandalye için Saramago'nun en Saramago öyküsü diyebiliriz. Her şeyin arasında bir şeyi gösterir anlatıcı, her şeyi unutmadan. Sandalyenin devrilişi birçok biçimde gerçekleşebilir ama birçoğundan bir tanesi haricinde hepsini elemek gerekir, bu eleme işine girişir. Sözcüklerin anlamlarından yola çıkarak devrilme, düşme, kırılma, iniş yapma, tepelenme, tekerlenme gibi arayışların sonucu sandalyenin devrildiğini öğreniriz ama henüz devrilmemiştir, devrilme halindedir, devrilmeyle birlikte gerçekleşen her şey ânı dondurur, zamanın durduğu noktayla ilgileniriz. Bir böcek kemirmiştir sandalyeyi, böceğin etimolojisine geçeriz, sandalyenin yapıldığı ağacın Latincesini öğreniriz, Latinceyi sevmeyenlerin neden sevmedikleri hakkında yürütülen fikirlere odaklanırız ve mercek tekrardan sandalyenin üzerine gelir, sandalyeden ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım yine sandalyeye döneriz, sandalyenin devrilişi bizi kuşatmıştır, diğer her şeyin konuşulması sandalyenin uzağına düşürmez bizi, sandalyedir yani, Adem'le Havva'nın meselesine, Şeytan'ın düşmeden önceki haline gönderiliriz, fizik kurallarından Arşimet'e bağlanırız, Arşimet'in bu durumla ilgili haykıracağı şeyi bir kafatasının çatlama sesiyle duyarız, sandalyede oturan adam kafasını sivri bir köşeye geçirmiştir ve hava çok güzeldir, dışarısı çok güzeldir, çatlama sesini duyduktan sonra. Bir diktatörün kafasından çıkan sesi duyduktan sonra artık bahsetmeye değer tek şey havanın güzelliğidir. Nokta.

Diğer üç öykü de deli güzel, özellikle dünyamızda var olmaya çalışan bir sentorun yaşadıkları, sentorun at ve adam kısımlarının ilişkisi oldukça yenilikçiydi, Jones'un Melezler'inin bir öyküye sıkıştırılmış hali adeta. Doğaüstü varlıklara dışarıdan değil, içeriden bir bakış.

Tez okuna, vakit harcanmaya.