14 Ocak 2018 Pazar

Selçuk Baran - Yelkovan Yokuşu

1989 mahsulü, 1980 sonrasında öykülere yansımış bunalımın zirvesi. Baran'ın alkol tedavisi gördüğü ve ailesini bir arada tutmaya çalıştığı yılların yansımaları olabilir bu öyküler, gerçi böyle deyince yazarı metnin orta yerine düşürüyormuşum gibi hissedip pişman oluyorum, yazarın metinle ilgisi yoktur diyorum, sonra vardır diyorum, bu konuda söylenenleri düşünüyorum, karar veremiyorum. Neyse, Baran'ın gençlik fotoğraflarında gözlerindeki parıltıyı ve gülümsemesindeki sıcaklığı gördüm, bir de yaşlılık zamanlarındaki yorgunluğunu ve umutsuzluğunu. Üçüncü dönem öyküleri diyeceğim; çocuklu ailelerin dağılışları veya zorla bir arada tutuluşları sırasında çocukların aradıkları mutluluklar, yetişkinlerin kendi dünyalarına ait bunaltılardan kurtulma çabaları bu dönemin merkezi.

Yelkovan Yokuşu: Cuma günleri öğle yemeğini restoranda yiyen biri, insanların sohbetlerinden kendine vazife ve bambaşka bir dünya çıkarır. Amacı günleri atlatabilmektir, aynı naneyi akşamları da yer. Perşembeleri ve pazarları geçirebilirse böyle, bir sonraki perşembe ve pazara kadar iyi. Günlerden birinde iki kadının konuştuğu bir masaya oturuyor ve dinlemeye başlıyor. Biri otuz beş, diğeri elli yaşında iki kadın, adamın verdiği isimler ve hikâyelerle biçimlenir, bir yandan aralarında konuştukları meseleler vardır, iki uymaz gözüken kurgu bir araya gelir, kadınlardan birinin akıl hastanesine girişi ve oradan kurtuluşu üzerinden yürüyen hikâyeye adam da dahil olur, sorularla biçim verdiği anlatıda bozkıra çalan bir evliliğin, yaşamasızlığın acısını duyar. Küçük bir evden bahseder kadın, gidilebilecek tek yer, bir kurtuluş mekanı.

İki arkadaş kalkar, adam da kalkar, kadına yetişir ve o küçük eve birlikte gitmelerini teklif eder.

Değirmen: Yeşilkent'in yazlık evlerinden birinde parti veriliyor, Saffet Doğan'la karısı Handan oranın yerlilerini pek de umursamadan yaşıyorlar, burjuva dostlarıyla burjuvazinin ne kadar da güzel bir şey olduğunu konuşuyorlar. Seçkinler bir arada, Saffet Bey'in bağlamasını çıkarmasını bekliyorlar. Beyefendi birkaç türkü tıngırdatıyor, dinleyenler tabaklarındaki yemek artıklarına tiksintiyle bakıyorlar, sigaralarını söndürüyorlar, türkülerin doğallığı karşısında utanıyorlar belki. Sonra keman geliyor, konservatuvar mezunu Saffet Bey Ysay'ın sonatını çalıyor ve kendisini hep geri planda bırakan haksızlıklardan acısını çıkarıyor, Handan da neden bu adama aşık olduğunu hatırlıyor. Parti vermese bilmeyecek, yıkılmaya yüz tutmuş evlilik, yine.

Oğlan Erol ve Lâle de öykünün ikinci bölümünü oluşturuyor. Lâle, Handan'ın uzaktan akrabası. Erol'un davetiyle değirmene gidiyorlar, Erol Lâle'den değirmende yaşamalarını istiyor. Evden uzakta, onlardan uzakta bir yaşam. Handan uykusunda Erol'un suçlayıcı bakışlarını görürken. Bir mutsuzluğun orta yerinde.

Bozacıda: Fakir kız, bozacıda oturan yaşlı adam. Pastaneleri bilirsiniz, kadınlar otururlar. Ertesi gün yine otururlar, aynı yerde ve aynı saatlerde. Annem de onlardan biridir, oradan biliyorum pastane tayfasını. Burada yaşlı adam, tek başına. Kız, yaşamının maddi ve manevi yoksulluğundan kurtulabilmek için farklı bir şey yapmak istiyor ve pastane sahibine birazcık oturup oturamayacağını soruyor. Adamın masasına yönlendiriliyor sonuçta, oturuyor ve konuşuyorlar. İlk konuşmaları iyi, ikincisinde adamın mutsuzluğu filizlenen ilişkilerine de yansıyor ve adam kızı tersliyor, kalkmaya niyetleniyor. Yeni bir arkadaşlığa başlamak için enerjisi yok. "Arkadaşım kalmadı. Onları belki de ben kendim bıraktım. Kendime hesap sormaktan korktuğum için eski günleri hepten unuttum. Böylece tükendim." (s. 504)

Öğle Saatleri: Memuriyetin evrende sudan sonraki en iyi çözücü olduğu söylenir. Bir insanın yavaş yavaş eridiğini görürsünüz; kıyafetleri eskir, gözler pörsür, bir küçük insancık kalır geriye. Salim Bey insancık olmak üzereyken Nuriye'yle karşılaşır. Kırk beş yaşındaki Salim Bey için yirmilerindeki Nuriye yaşam kurtarıcı dostluğuyla geçen günleri katlanılır kılan insandır ama kız hayat pahalılığıyla baş edemediği ve ailesinin günden güne eridiğini gördüğü için evlenmeye karar verir. Yaşlı bir adam, zengin, Nuriye'yi Salim Bey'den çalacaktır. Son günleri çok acılı olur, Nuriye gittikten sonra Salim Bey kedilere seslenir, daha doğrusu kediler gelsin diye onlara yalvarır.

Rose Bonbon ve Bakırçalığı, Baran'ın kopuş izleğini taşısa da farklı mekanlar kullanması sebebiyle dikkat çeken öyküler. Birinde İstanbul'a gelen taşralı bir zenginin, mafyanın arkadaşının yardımıyla kenti tanıma çabası vardır, diğeri daha ilginç. Üniversitede aşık olduğu hocasıyla evlenen bir kadının yalnızlığı anlatılır. Aşk kısa sürede söner, kadın yirmi yaş büyük patronuyla/kocasıyla/hocasıyla yıllar geçirir. Mardin'e giderler, orada kadını birkaç haftadır takip eden bir ağa ortaya çıkar. Kibar bir adamdır, kadına sultan olduğunu söyler. Kadın hiçbir şey anlamaz ama karşısındaki adamın diri yapısından etkilenir, sevişirler. Adam ortadan kaybolur, kadın adamı bekler ama gelmez, bir yandan da o gece ne yaptığını öğrenmek isteyen kocasının bütün ısrarlarına rağmen susar. Her şey ortada ama söylenmeyenler işkenceye dönüşür. Başka tür bir işkence, yaşama yüklenen bir ağrı daha.

Eğrelti Yeşili adlı öykü de oldukça iyidir, farklı kırıkları anlatır.

Öncekilere göre daha yüklü öyküler bunlar, geçmişin izi daha ağır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder