8 Şubat 2018 Perşembe

Carson McCullers - Küskün Kahvenin Türküsü

Çok yerde denk geldim, sonuncusu Pennac'ın Roman Gibi'sindeydi. Kurulun önünde tezini savunacak olan bir kız heyecandan titrer, onca bilginin altında ezilmiştir ve hepsini hatırlayıp anlatmak zorundadır. Bir muziplik, hemen. Edebiyat Bu Değil albümü, İbrahim Tatlıses endişeli bakışlarla bir kitabı ısırıyor. Profesörler kızın halini görüyorlar, sevdiği şeylerden bahsetmesini istiyorlar, isimleri delirmişçesine döküyorlar ortaya. Aralarında bu da var. Olmalı; McCullers sözcükler arasından bir mekanı yaratıp tekrar sözcüklere döndürmeyi iyi bilmiş, karakterlerini afişe etmeden kurmuş, konuşturmuş ve dertlerini incelikli bir biçimde ortaya çıkarmış.

1917 doğumlu McCullers, 1940'lardan itibaren adını duyuruyor. Güneyli, adı Faulkner'la anılıyor ki anlaşılabilir; güneyin kasabalarının sıkıntısı ikisinde de benzerdir. Alkolden öldüğü söyleniyor, bir öyküsünde alkolik bir anneyi anlatırken yolu kendine düşürdüğünü sanıyorum ama bunun öyküyle ne kadar ilgili olduğunu bilemiyorum. New York civarında çatılan bir öykü bu, kendisi de oralarda yaşamış. Eh, belki diyelim. Arka kapakta "grotesk olanı öne çıkarma uğruna gerçek hüzün ve duyarlığı ihmal etmekle" eleştirildiği söyleniyor. Gerçek hüzün ve duyarlılık, öykülerinde hayli hayli mevcuttur ve groteskin şaşırtıcılığı içinde kaybolup gitmez, yarattığı basit dünyalarda ne kadar garabet varsa o kadar da incelik mevcuttur, hatta bu yabancılaştırıcılığın kalbindedir incelik. Bir yabancının yanında yabancılayan da var, onun hüznü bir yana, yabancı da kapalı bir kutu değildir, McCullers bu yabancıyı da bilinmeyen haliyle bırakmaz, basit anlatımıyla birden fazla boyut kazanmasını sağlar. Yöntemleri çeşitlidir; bir jestin veya bakışın bile anlamı vardır. Elenmiş sözcükler bir maksatla oradadır, McCullers titizdir.

Küskün Kahvenin Türküsü: Mekan yaratma konusunda ders olarak okutulabilir. Kasabanın iç sıkıcı olduğu söylenir, pamuklu dokuma fabrikası, iki odalı evler ve Forks Falls Yolu'ndan bahsedilir. Okur olarak oradan geçen ve kasaba hakkında bilgi sahibi olmak isteyen birine dönüşürüz, kasabanın anlatılacak bir hikâyesi vardır. Anlatıcı en iyisi Forks Falls Yolu'ndan uzamamızı, kasabanın çok sıkıcı bir yer olduğunu söyler. Bunu öykünün sonunda da söyleyecektir ama ikisinin aralığında müthiş bir hikâye var.

Başka yola gönderilmeden önce, pencereleri tahtalarla kapatılmış bir ev hakkında bilgi sahibi oluruz. Ev uzun süredir bu haldedir, ara sıra tahtaların arasından görünüp kaybolan bir yüzü görürüz, cinsiyetsizdir, beyazdır ve acılı bir hikâyenin dinlenmek üzere olduğunu anlatır. Miss Amelia Evans, beyaz yüzün sahibi, normalde büyük şehirlerde pek çok örneğine rastlayıp şaşırmayacağımız ama seksen yıl öncesinin kasabaları için olağanüstü nitelikler taşıyan bir kadındır. Babasından kalan ev ve dükkânda civardaki en iyi içkiyi yapıp satar, boza satar, yiyecek satar, tahıl satar, oraların en zengin insanıdır ve ruhunun katılığı onu kasabanın önderi haline getirir. Kaslı ve uzun bir kadındır, istediğini oracıkta hacamat edebilir. İnsanlar üzerinden para kazanmaktan başka bir şey düşünmemesinin yanında hatırlanan evliliği de kasabalılarca konuşulur; on gün sürmüştür sadece. Bu noktaya ileride geri dönülür, anlatıcı birbirlerinin ağzından laf alıp hikâyedeki zamanı karman çorman eden kasabalıların kimliğindedir.

Kambur gelir bir gün, Lymon Willis. Amelia'nın uzaktan akrabası olduğunu söyler, ağlamaya başlar. Herkese kendini iyi göstermek için taktikleri vardır, karşısındaki iri kıyım kadın için kullandığı taktiğin başarılı olduğu söylenebilir; kadının ilk kez yelkenleri suya indirdiği görülür. Kambur eve kabul edilir hatta herkesin önünde kendisine bedava içki sunulur. Devrim gibi bir olay. Dedikodular hemen yayılır, kadının kamburu öldürdüğü söylenir ve kasabalılar kadının evine gelir. Kamburun yaşadığı görülür görülmez Willis'in herkesi bir araya getirme ve her şey arasında "yakın ve yaşamsal bir ilişki" kurma yeteneği sayesinde ev bir kahveye dönüşür, o an. Amelia'nın büyük değişimi, kasabadaki değişime önayak olmuştur.

Sevmekle ilgili bir bölüm var, sevenin sevilenden hep daha fazlasını istemesi ve bunun yaratacağı acıya dair. On günlük evliliği buraya bağlıyor anlatıcı, Marvin Macy bahsi açılıyor böylece. Bu adam bir zamanlar bir dünya suç işlemiş ve Amelia'yı görür görmez tutulunca sevginin olağanüstü değiştiriciliği sayesinde suç işlemeyi bırakmış, kiliseye gider olmuş ve kadınla evlenmeyi başarmış. Çok yakışıklı bir herifmiş ama Amelia için bunun bir önemi yokmuş, ilk gece sonlanmadan adamı sokağa atmış. Marvin üzüntüsünden deliye dönmüş, evin etrafında günler boyunca dolanmış ama bir sonuç alamamış, utancından ne yapacağını bilemez hale gelmiş. "Bir damat sevgili geliniyle aynı yatakta yatamadığı, kasabadaki herkes de bunu bildiği zaman çok acıklı bir duruma düşer." (s. 37) Üzücü bir durum, adama yazık olacak demektir bu. Olmuştur da, en sonunda kasabadan gider ve tekrar suç işlemeye başlar. Hapse girdiği haberinden sonra yıllarca kendisinden haber alınmaz, Lymon'la geçen dört yıldan sonra ortaya çıkana kadar.

Kambur dedim de cüce aslında, Lymon güç neredeyse oraya meylettiğinden Marvin ortaya çıkar çıkmaz onun yanından ayrılmamaya başlar. Amelia, eski kocasını eve alır, kovamaz. Birbirlerine nefret dolu bakışlarla süzerler ve büyük kavga gününe kadar gergin günler geçip gider. Kavga uzun sürer, birbirlerini yumruklayıp dururlar ve Amelia kazanacağı sırada Lymon, Amelia'nın sırtına atlayıp kadını bayıltır, sonrasında kadının sahip olduğu her şeyi Marvin'le harap edip ortadan kaybolur. Amelia için, kasabalılar için ve kasabanın ta kendisi için yıkımdır bu, kasabanın ruhu kaybolur, her şey eski ve silik haline döner. Yüz, tahtaların arasından geri çekilip kaybolur, okur da başka bir yola sapıp yolculuğuna devam eder.

Küçük yerler hikâyelerle ayakta durur, bu hikâyeler yeni gelenlere ve kasabalı çocuklara bir çocuğu yaşatırmış gibi anlatılır ki bilsinler, anlatsınlar, bayrak devredilsin ve kasaba canlı kalsın. Mekanın ruhunun aktarımı.

Harika Çocuk: Müzik hocalarının ve yetenekli öğrencilerin muhteşem bir deha karşısında küçülmelerini, psikolojik olarak güçsüzleşmelerini konu alan bir öykü. Frances piyano eğitimi alırken keman çalan arkadaşının hızla yükselmesini izler, hocası Mister Bilderbach da öyle. Gerilimleri en yüksek noktadayken hocanın tahammülü sınırlanır, kızın hissettiği şu: "Kulağını tırmalayan hiçbir falso yapmadı, ama içinde duyduğu anlam parmaklarına daha ulaşamadan, tümceler biçimlenip sese dönüşüyordu." (s. 95) Bernhard'ın Glenn Gould'lu kitabındaki iki arkadaş geldi aklıma, Gould'un yeteneği karşısında dumura uğrayıp kariyerlerini sonlandıran iki yetenekli insan. Öz saygı öylesine yıkılır ki başka bir uğraş da yeterli gelmez, insan içi boş bir kabuğa dönüşür. Böyle bir öykü.

Madame Zilensky ile Finlandiya Kralı: Yaratılan personaya bir başkasının inanıp inanmama problemini anlatır. Madame Zilensky iyi bir öğretmendir, işini çok iyi yapar. Normalleştirici bir etki, ortalarda bir yerlerde anlatılır. Mr. Brook kendisinden son derece memnundur ama kadında bir terslik olduğunu sezer. Sonradan farkına varır ki kadın izlediği filmlerden öğrendikleriyle kendine bir persona yaratmıştır, onun dışına çıkmaz. Evindeki üç farklı kocadan üç çocuk, yaşamının pek de kolay geçmediğini anlattığından ve yüzleşme anında kadının bembeyaz kesilip dağılan yüzünün karmaşasından şaşkınlığa düşen Mr. Brook, kendisiyle paylaşılmayan gerçekliği unutur ve kadının her şeyi sürdürmesini sağlar. Bazen, öyle olmadığını bilsek bile bazen sadece iyi hissetmek için inanıyoruz ve yaşamayı bu şekilde sürdürebiliyoruz. Nefis bir öykü.

Bir Ağaç, Bir Taş, Bir Bulut, bunu ilk 10'a alıyorum, en son Keret'in Tamamen Yalnız Değil nam öyküsü etkilemişti beni. Anlatmıyorum, okuyun lütfen.

Diğer öyküler de nefis, tembellikten anlatamayacağım ama McCullers'ı mutlaka okumak gerek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder