19 Şubat 2018 Pazartesi

Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken

Beyaz Mantolu Adam: "Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi." (s. 11) Dileniyor muydu gerçekten? Serbest dolaylı anlatımın oyununa uyarsak anlatıcıya inanacağız, uymazsak adamın davranışlarıyla anlatıcıyı karşılaştırıp farklı bir sonuca varacağız.

Anlatıcı, caminin avlusundaki dilencileri ve dilencilere benzeyen satıcıları biçimler. Başarısızlığı biçimler; adam konuşmadığı için "başarı kazanması" güçtür, para kazanamadığı sürece başarısızdır, "avucunu açma teşebbüsü" bile yoktur ortada. O avuç zorla açılır, "gönülsüz dilencinin" avucunu çeviren bir kadın, içine biraz para koyar ve oyunu başlattığı sanılır ama hayır, oyunu anlatıcı çoktan başlatmıştır. Bir nevi Yes Man olan adam, her şeyden önce anlatıcının zoruyla kurulur. Anlatıcının diğerlerinden bir farkı yoktur, o da insanlar arasında gezdirilen bir aynadan/adamdan yansıyandır. Toplumun bir parçası, biçimleyicilerin ilki.

Adamın avucunu açan "biri"ydi, dilendiği için utanıp utanmadığını söyleyen bir diğeri. Yansıma hemen görülür, zıtlıklarıyla. Şişman bir adamdır utanmadığını, iş verilse yapmayacağını söyleyen. Adam, şişman adamın bavulunu taşır, verilen parayı alır ve bir süre bu işi yapar. Hırpani kılığına bakan bir çocuğun ağladığını görünce oradan uzaklaşır. Düşünceleri boynuna madalyon gibi takıp sürüklendiği yerde vakit geçirebilir ama korkuya yol açtığı yerde durmaz.

Yürüyecek yerin kalmadığı kaldırımlarda sıkışır, beyaz bir mantonun önünde. Satıcıya eğlence çıkar, kadın mantosunu adama giydirir, etraftakiler güler. Satıcı mantoyu aldığı fiyata satar, adam konuşmadığı için kendi kendine pazarlık yapar ki adamın aynalığından aslında gerçekten de kendi kendiyle pazarlık yapar. Adam, mantonun ayak bileklerine kadar indiğini görür, ilgilendiği şey budur. Belki de bir örtü, aynayı örtmek için. Güruhu tek bir olguya, absürde indirgemeye çalışır. Bu durumda da ben bir anlatıcı/yorumlayıcı oluyorum, aynada kendimi görüp gördüğümü beğenmiyorum ama devam ediyorum. Yürüdüğü zaman arkasında bir kaos bırakır, yanında durduğu satıcıların işlerini açar. Turist olduğu, deli olduğu, söylenir. Satıcılarla sigara içer, yoluna devam eder.

Kıyafet mağazasının önü, camdan kendini izler. Mutlak sıfır. "Müşterilerin yolu kesiliyordu." (s. 17) Kesilir, akış ağırlaştıktan sonra durmaya biraz daha devam etseydi tamamen kesilecekti. Dükkânın sahibi adamı görür, iletişim kurmaya çalışan herkes gibi o da afallar ve adamı/kendini yönlendirir, canlı manken olarak vitrine koyar. Kollarından asılan adamın İsa'ya bir gönderme olduğu söylenmiştir, belkidir. Anti İsa; herkesin acısını silmek için değil, günahları ve acıları sahiplerine teslim etmek için.

İnsanların tepkileri, sayısız. Yabancı korkusu, absürde karşı duyulan tedirginlik, artık ne denirse.

Halk plajından denize dönüş. Dönüş, çünkü havaya karışamaz, toprağa da. İnsanın, belki yaşamın anlam olarak dokunduğu yer suda olmalı.

Unutulan: Ben yine okumayacaktım bu öyküleri, okuduysam da bir şeyler yazmayacaktım ama cüret ettim, ama başlamış bulundum. Keşke başlamasaydım, okumasaydım.

"Eski kitapların bu günlerde çok para etmesi", tavan arasına çıkmak için yetersiz bir sebeptir. Öyle gözükse de öyle değildir çünkü tavan arasında eski kitaplardan çok daha fazlası bulunacaktır. Unutuş mesela. Hatırlayış değil. Hatırlamak her zaman sonradan gelir, gelene kadar boşluktur, Bernhard'ın deyişiyle açılan boşluk. Boşluk iyidir, dolmaya meyillidir. Öncesi ve sonrası berkitilir, üzeri kapanır. En iyisi budur, hatta tavan araları olduğu gibi yok edilmelidir. Tavan araları bilincin şekillendiriciliğini reddeder, olduğu gibi kalır. Kalmamalıdır bana göre, silinmelidir. Tavan aralarından doğan buruklukların, burukluklarda -belki- bulunan mutlulukların yerine yeninin, her zaman yeninin izi sürülmelidir.

Geride bir yığın, dönüp baktığımızca. Bakmadığımızca orada bir şey yok. Ölüm bir ayna değil, yeterli yakınlıkta varlık kendinden başka bir şeyi -yığını, arkayı, beriyi- görmez ve aynayı kırıp geçer. Yeniye.

Anlatıcı tavan arasında, aşağıda sevgilisi bekliyor. Her bir eşyanın izi sürülüyor, tabii fotoğrafların. İlk eş, ikinci eş... "Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük." (s. 29) Hiç yoktan çıkan meseleler, geriye tozları bile kalmayan duygular, hepsi kayıp. Eski sevgilisi hariç, o hâlâ orada. Şiddetli bir kavgadan sonra tavan arasına çıkmış, anlatıcı da doğruca sokağa. Çok sonra karşılaşmışlar, gözlerdeki başkalık kalıcı bir acıya dönüşmüş.

Yıllar sonra karşılaştılar, eski sevgilinin elinde bir silah. Örümcek ağıyla kaplı. Unutuşla ölüm arasında hiçbir fark yok, burada olduğu gibi. Birbirlerini yaşattıkları da unutulmuş, hatırlanıyor. "Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim." (s. 31) Sadece bilmek, aşılabilecek mesafeyi öylece bırakmak. Herkes tarafından böyle bir mesafede tutulmak. Anlatıcı, eski sevgilisini yiyen böcekleri görünce sorar: "'Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?'" (s. 34) Hayır, sadece unuttunuz, o kadar.

Babama Mektup: Az önce İhsan Fazlıoğlu'nu dinliyordum, İslam medeniyetinde bilimsel çalışmaların teoloji ağırlıklı olduğunu, oysa fizik bilmeden metafiziğin anlaşılamayacağını söyledi. Hemen indirgiyorum; mektubun müellifi olan anlatıcı iki yıl önce ölen babasıyla tek yönlü bir iletişim kurarken babasına egodan, bilinçaltından, varoluştan dem vurur. Anlatıcının zamanında bunlar vardır, babasının zamanında yoktur. Doğu-Batı meselesi diyeceğim, yavan bir özet olacak. "Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana." (s. 181)

Babasına benzemek istemeyen bir oğul, kaderinde babasına dönüşmek olduğunu seziyor, görüyor da bunu. Şunu bir yerde duydum: "Lan oğlum, hiçbir zaman annen gibi biriyle evlenmeyeceğini söylerdin, gittin baban gibi biriyle evlendin." Baba değişmeyecek, oğul da değişmeyeceğini hissediyor. Başkaca da babanın huysuzlukları, hamlığı, yaşam karşısında bir taş gibi sabit, değişimsiz duruşu var, bir de mektubun sonunda temennilerini ileten, yaşlılığa ermiş bir oğul.

Demiryolu Hikâyecileri - Bir Rüya: Dağ başı kasabası, tren istasyonundaki kulübelerde yaşayan üç hikâye satıcısı. Kadın, Yahudi adam ve anlatıcı. Anlattığı şey son hikâyesi olabilir, yolcu trenleri ortadan kalktıktan sonra sadece yük trenleri geçecek -posta trenleri de olabilir- ve hikâyelerini okuyacak pek kimse kalmayacak. Bu sonuncuyu ulaştırmalı, bir yere. Kendi adresine belki. Okuruna. Çok bilinen bir cümleyle biter öykü: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" (s. 196)

Üç hikâyeci, diğer ikisinde acaba kimlerin izleri var? Bilmek isterdim. Alegorik olarak okuyasım geliyor; istasyon şefini edebi iktidar olarak görsek vagonları kulübelerin önünde durdurmaması anlaşılabilir. Savaş yıllarında satışların iyi gitmemesi makul ama sık sık karartma yapılmasından savaşın yakında olduğunu sanıyorum, dağ başı kasabası olsa bile yolculuk eden pek çok insan olacağını sanırım, dolayısıyla savaşın hiç bitmediğini, hikâyelerin hiç okunmadığını yahut pek az okunduğunu düşünebilirim. Bedavaya dağıtılanları da elden düşme satılıyor, sanatçının açlığı artıyor. Okunma açlığı dahil.

İşler iyi giderse elmacıya, sucuk-ekmekçiye, ayrancıya hikâyeler okunuyor, işçilere. Ayrancı dinliyor bir tek ama satıcıların konu edindiği öykülerde hepsi uyuyor. İşçi sınıfının kendisini dinleyecek mecali yok, belki yükselişini getirecek başkasını da çok az dinliyor.

Yahudi hasta, ölecek. Anlatıcı âşık oluyor, hikâyeci kadına. Aşk hikâyeleri yazıyor ama ortamın kavga gürültüye boğulduğu, kimsenin birbiriyle anlaşamadığı zamanlarda cinsellik de tüketim nesnesi haline geliyor ve kadın gidiyor, derinliksizlikte boğulan ilişkinin sonu. Aklı karışır adamın sadece, aşktan geriye pek de bir şey kalmaz. Akış; hızlı olmasına rağmen biriktirmeyen. Birikmedikçe anlamlanmayan.

Tahta At ve Korkuyu Beklerken sonra, günaşırı eklerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder