14 Mayıs 2018 Pazartesi

Necati Tosuner - Güneş Giderken

Zaman Çarkı'nın bütün kitaplarını iki aylık bursumla almıştım, satan çocuk okuyamadığını söylemişti. Elimde koca bir kutuyla Kadıköy'den Küçükyalı'ya gelişimi hatırlıyorum, Haydarpaşa'dan trene binmiştim, Küçükyalı'da inip yokuşu ağır ağır çıkmıştım. 2010 civarı olması lazım. Ne güzeldi o yol, tren. Yani rüzgâr her şeyi alıp götürmeyecek.

Ben bunu öykünün tekinde yazdım, basıldığında okunabilir ama tekrar kurgulayayım. Ben bir zamanlar nişanlıydım, ilk kez. Taksim'e gitmiştik, nişan alışverişi için sanırım. Müstakbel metrukum bir işini halletmek için beni yarım saatliğine azat etti, Aslıhan Pasajı'na gittim. Dükkanlardan birine girdim, bakınmaya başladım. Kızın biri de öbür tarafta bakınıyor. Üç kitabı beğendim, eski baskı şeyler. Entropi sonucu milyon yıl içinde bir araya gelebilirlerdi ancak.

Kasaya gittim. Kız da geldi o sırada. Ben hâlâ kitaplara bakıyorum.

"Ama..."

Dükkan sahibine baktım. Bir kıza, bir bana çeviriyordu başını.

"Farkında mısınız, aynı kitapları seçmişsiniz."

Yıldız Ecevit'in Orhan Pamuk'la ilgili kitabının ilk baskısı, Roland Barthes'ın bir kitabının ilk baskısı, diğerini hiç hatırlamıyorum.

Kıza dönüp bakmadım bile, gözümün ucundan gülümsediğini gördüm. Parayı verdim, çıktım. Bu kadar. Bu kadar olmamalıydı diye düşünmeye başladım, yeni yeni. Kitapları nereye koydum, bilmiyorum. Bulsam ne olur, yine bilmiyorum. Parıltıyı avuçlarımdan yere düşürmüşüm gibi hissediyorum. Bir noktada yaşadığımı hissediyorum, yaşam bana göründü. Ben onu kaçırmışsam da oradaydı. Hiçbir şeyi kaçırmamışsam da oradaydı. Yani rüzgâr her şeyi alıp götürmeyecek.

Necati Tosuner'e geliyorum. Bütün kitaplarını zamanın birinde almıştım ama bu bana hediye edilmiş. Eski bir sevginin izleri var, ilk sayfada kurşun kalemle yazılmış bir not. Rüzgâr bazı şeyleri alıp götürecek ama her şeyi değil. Gerçi bu benim elimde değil, neyin gidip gitmeyeceğini bilemiyorum. Denk gelirsem biliyorum. Buna denk geldim. Raflara bakarken çekip aldım, notla karşılaşınca okudum. İyi oldu.

Tosuner'in kısa cümleleri, kısa sözcükleri, kısa diyalogları ve dolayısıyla küçük parçalardan kurduğu bir öykü dünyası vardır. Bir çocuğun gözünden görülmeye başlanan ilk dünya/öykü, çocukluğun yalın kurgusundan ibaret bir anlatı biçiminin tercih edildiği izlenimini uyandırabilir ama sonraki öykülerde yokuşlardan yuvarlanan zamanın karşısında korkuyla durmayan, ruhuna yaşlılığı dokundurmayan karakterlerin de aynı dille oluşturulduklarını, aynı dili kullandıklarını görürüz. Tosuner yaşlılığın öykülerini yazıyor diyemiyorum, denk gelmeyen duyguların yarattığı acıyı yazıyor. Bu.

Ayten'in Kerem'li Öyküsü'nde Kerem bir çocuk, sokak köpeklerinin havlayıp havlamadığının çetelesini tutuyor, apartman duvarının önünde gazoz içiyor ve dünyayı kendince, kendi sözcükleriyle yaratıyor. Funda'ya aşık. Funda, komşunun büyük kızı. Kerem'in saçlarını okşayıp geçiyor, bir iki laflıyorlar. Anne, Funda'nın evli olduğunu söylüyor. Kerem, "Evliyse evli," diyor. Ayten Teyze bu aşktan haberdar, çocuğun sözlerinden kendi yaşamına çıkıyor. Tuncay'ı çalıştığı şirkette görmeye gidiyor. Tuncay evliyse evli, yine de görecek. Kerem'in aşkını anlatacak, daha önceden anlatmış. Biraz sohbet edecekler, gülüşecekler ve Tuncay, Ayten'den kendisiyle birlikte İstanbul'a seyahat etmesini isteyecek. Pazar günü dönecekler. Olsun, seviyorlar birbirlerini. Belli.

Sıcak Bir Gün, ah! Yazar evini taşıyor, yeni bir eve taşınma telaşı. Telefonu açtır, Esra telefon eder belki. Esra'yı çağır, belki gelir. Kızı üzme, öpmeye kalkma bir daha, kaçtığı zaman canın yanıyor. Aradaki yirmi beş yaşın bir önemi var mı, aşık olmuşsun. Kız da çıkıp gelmiş evine, biraz çekingen ama sana duyduğu yakınlık içini ısıtıyor. Öpmeyeceksin. Öpmeye kalkıyorsun, kendini tutamıyorsun. Kız hiçbir şey demeden geri çekiliyor, hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ediyor. Evlenmeli mi? Adam iyi, adamın annesi de sevmiş kızı. "Kızım," diyor yazar, pes ediyor. Kız ağlıyor, yazar kanepeyi açıyor. Kız uykuya dalmadan önce adamın kendisini çok mu sevdiğini soruyor. Aslında çok mu sevdiğini sormuyor, adamdan çıkan derin bir, "Ah!" her şeyi susturuyor. Ne kadar kısa ve ne kadar ıskalanmış bir tutku.

Yol, diyelim siz yine yaşadığınız yerdesiniz. Yaşınız hayli var. Karşı pencerede hoşlandığınız biri var, uzun süredir görüyorsunuz onu ama konuşamıyorsunuz. Karşı apartmanın yöneticisi de o birine takık. Ondan erken davranmak istiyorsunuz, bakkalda denk geldiğiniz zaman kendinizi davet ettirip karşıdaki eve giriyorsunuz. Giriyorsunuz, o sokaktaki son gününüz. Taşınıyorsunuz. Her şey biraz gecikiyor, eskiyor.

Halı. Bakın, Tosuner'in Anlatıcılığına Giriş 101. Şiirli. Anlatıcının kendisiyle konuştuğu bölüm diğer öykülerde ara ara var. Anlatıcılığı zaten... Pencereden bakıp her şeyi gören birinin sözcükleri, yağmurun kimlere, neden yağdığını oluşturuyor. Sezilir ki hikâye anlatılacaktır, önemli olan sadece hikâyedir, yorgun ve buğulu gözlerle birlikte.

Mesut Bey ve Dilek Hanım herhalde on beş dakika kadar sohbet ediyorlar, bir çay içimi. Ben bunu beceremeyeceğim, anlatmayayım da mutlaka okunmasını söyleyeyim. Bu kadar naif bir öyküye rastlamak zor. Tosuner ne güzel dünyalar kurmuş, bir bakılmalı.

Dört öykü daha var anlatmadığım. 1999 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı Tosuner'e kazandıran öyküler, keşke okunsa!

Ek: Başka bir yerde öldüğümü söyledim. Burada ölmenin yetmediğini, sürünmenin de gerektiğini söyleyeyim. Şöyle; belki on yıl önce bir şarkı dinliyorsunuz. Hoşunuza gidiyor, tekrar tekrar dinliyorsunuz. Sonra zaman geçiyor, başka şarkılar giriyor hayatınıza. İyi. Yıllar sonra o şarkıyı tekrar dinliyorsunuz ve ölüyorsunuz, bu kötü. Çünkü o şarkıyla bu şarkı aynı değil. Bu şarkı hayatıma denk geliyor. Bu sefer.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder