12 Mayıs 2018 Cumartesi

Richard Brautigan - Big Sur'un Güneyli Generali

Big Sur'dan Henry Miller geçti, Kerouac gölgesini sahile düşürdü. Suda bir nevi hakikat buldular, ormanların sesini dinlediler. Böyle bir yerde yaşadıysanız sabahları ormanın söylediklerine akşamları denizin cevabını duyarsınız. Filyos'ta ikisinin arasında iki yıl yaşadım, susmayı öğrettiler. Su samuru ve orman çileği olmayı da öğrettiler, birinde dinleyip diğerinde benden çok daha büyük bir şeyin parçası olmayı bildim. Metne buradan yakınlaşabildim, Brautigan'ın yazdığı şiir böyle bir yaşamı uyandırabilir, arada tozlanan zaman mühim değil. Brautigan zaten bir ediptir, kendisi söyler bunu. Metinleri şiirden kırpılmıştır, bu iyi. Big Sur'da yaşanan birkaç olayı kurmuştur, bu da iyi. Güneyli generalle coğrafyanın gerçekliğine gerçeklik katmıştır, müthiş.

Subayların başına gelenlerle ilgili bir listeyle başladı. Ölenler, intihar edenler, kısacası zayi olanlar bir yerlerde gömülü halde duruyorlar. Liste iyi ama, "Kişisel sebeplerden ötürü çatışırken ölenler" maddesi aklıma takıldı. Bir kişi ölmüş bu yüzden. Acaba olay neydi, bizim general olabilir mi bu? Subayların yüz yirmi beşi profesyonel asker, yüz yirmi dokuzu avukat veya hukukçu. Bir orduyu yönetmenin kanunları vardır diye düşünmeli. Savaşın Wilderness olarak adlandırılan biçiminde General Robert E. Lee'nin Kuzey ordusuna karşı giriştiği mücadelenin yüz yıl sonrasında Big Sur'da yaşananları hukuksal bir zemine oturtmaya çabalıyorum, yaşamanın ta kendisinden başka bir şey çıkmıyor ortaya. Big Sur unutulmuş, yerlileri ortadan kaybolmuş, zaferler ve yenilgiler geçmişte kalmış, hayatın kendisinden başka bir şey yok orada. Lee Mellon, tam bu sırada çıkıyor Jesse'nin karşısına. Jesse anlatıcı. Lee Mellon'ın dişlerinden bahsediyor başta, oynak dişler. Sayı değişiyor, toplamda yüz yetmiş beş farklı diş görmüş adamın ağzında. Bu dişler sabit değil, yerleri değişiyor. Keyfi değişimler olduğunu sanmam, ruh haline ve iş kazalarına göre belirlenen bir şey. Dedesi General Augustus Mellon. Savaşını başka bir biçimde sürdürmesinin yanında dedesiyle olan benzerliğini bilemiyoruz. Sonlara doğru biliyoruz, biraz. Brautigan'ın bölümlemelerinin sonlarında savaş alanından fragmanlar veriliyor, dedeyle torunun yaşamak için yaptıklarını kıyaslayabiliriz.

Jesse ve Lee, San Fransisco'da tanışıyor. Lee, otostop çekerken arabasına bindiği homonun oral edepsizlik için teklif ettiği on doların yanında arabayı ve geri kalan parayı da almış. Homo için anlatılacak bir hikâye çıkmış, kaptırdığı şeyler önemli değil. Neyse, sokakta içiyor bunlar. Viski. Lee'nin parası var, Jesse'nin yaşadığı binada bir oda tutuyor. Binanın sakinleri ilginç insanlar, bizim iki yaşayıcı gibi. Usta yaşayıcılar bunlar; kafaları güzelken martıları izliyorlar. Martıları izlediklerinin farkındalar. Martılar durmadan izleniyor. "Geçmiş, şimdi ve gelecek gökte çalan davullar gibi geçip gidiyor." (s. 18) Lee'nin konuştuğu şeylere bakarak bu davulların sesini duyabiliriz, her şeyi içerir. KKK'nin hikâyelerini dinleyerek büyüyen Lee, dedesinin Mark Twain'le aynı yıl öldüğünü söyleyip Halley'i de o yıla sokuşturur, o anı da. Davranışlarında da her şeyi bir yere tıkıştırma huyunu görebiliriz, son derece uçucu bir adamdır. Jesse de ondan aşağı kalır gibi değildir. Uçuculuğun anlatısıdır bu.

Kütüphaneye gidip dedenin yaşamını araştırırlar ama pek bir şey bulamazlar, kütüphaneci polisi aramadan az önce oradan uzaklaşırlar. Lee odasına yerleşir ve binadaki tiplerle tanışırız. Yönetici emekli bir müzik öğretmeni, kendisine Mozart plağı verildiğinde çok ses çıkaran ayakların sahibine binada kalmaya devam edebileceğini söyler. Bir başkası: "İkinci kattaki diğer odada sabahları günaydın, akşamları iyi akşamlar diyen bir adam kalıyordu. Onun adına ne hoş." (s. 27) Sayım tamamlanır ve Lee'nin on altı yaşındaki kırığıyla tanışırız, Jesse bir gün Lee'nin odasına girer ve evinden kaçan kızla karşılaşır. Bu ayrı bir hikâye, kızın babası ve Lee arasındaki münasebet ilginç. Aslında metnin tamamında ilginç münasebetler, ilginç eğretilemeler ve pastoral keyifler vardır. Su kenarında bir yaşam, yiyecek bulmak için yapılanlar, kurbağalar sussun diye suya atılan timsahlar, beliren ve kaybolan kadınlar, şimdinin bitmez sakinliğinde geçen günler.

Son olarak birkaç güzellik. İkisinin aynı binada yaşadıkları zamandan sonra yollar ayrılıyor, mektuplaşıyorlar ve Jesse Big Sur'a, Lee'nin yanına gitmeye karar veriyor. Beş parasız, güzel çocuklar. Leş gibi şeyler yiyorlar, biri ne olduğu tam olarak anlaşılmayan Jack Mackerel. Paket ürün. "Jack Makerel yedikten sonra şiirden, estetikten ya da dünya barışından konuşmak imkânsızdır." (s. 56) Bu bir, ikincisi de okuduğum en naif yeşillenmeye denk gelmiş olabilirim. Jesse ve Elaine'in birbirlerini keşfetmeye çalıştıkları bir diyalog var, böyle bir sadelik olamaz. Alıntılayıp rezil etmek istemiyorum, anlatının atmosferiyle birlikte bir doz olarak alınmalı.

Ne güzel oldu, bugün Brautigan okudum ve biraz daha inceldim. Herkes okuyup incelsin. Sahilde bir gemi dağlara doğru gidiyordu. Bugün ben Brautigan okudum yahu, övünülecek bir şey!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder